Friday, December 7, 2007

Biz mi öldürdük?

http://www.bugun.com.tr/haberler/081207/p56935y138.asp

Gülay Göktürk , Bugün , 01.Temmuz.2007

Gülay Göktürk
Tüm yazıları

01.Temmuz.2007

Biz mi öldürdük?

Şöyle düşünün; Oturduğunuz sitenin güvenlik görevlileri aralarında bir çete oluşturuyor, adam kaçırıp fidye istiyor, sonra hem fidyeyi alıp hem de kaçırdıkları adamı öldürüyorlar. Yani başları fena halde belada.

Yargı süreci başlıyor, derken ne oluyorsa oluyor; bazı karanlık işler dönüyor, araya birileri giriyor ve sonuçta güvenlikçiler bu beladan paçalarını sıyırmayı beceriyorlar.

Ama bir bakıyorsunuz günün birinde, mahkemenin biri bu çetenin yaptığı işlerden dolayı site yönetimini tazminat ödemeye mahkum etmiş. Yönetim de bu parayı bütün site sakinlerine bölüştürüp her üyeye "şu kadar tazminat ödeyeceksiniz" diye yazı yolluyor. Böyle bir durumda siz o sitede çıkacak kavgayı düşünebiliyor musunuz? Herhangi bir gücün, site sakinlerine o parayı ödetebileceğini hayal edebiliyor musunuz? Hayatınız boyunca bir kez olsun bir apartman yönetimi toplantısına katılmış iseniz, böyle bir şeyi asla düşünemezsiniz. O site sakinleri, ölür de o tazminatı ödemez...

Ama sitede olamayan şey, koskoca ülkede oluyor ve hiçbirimizin de gıkı çıkmıyor. İşte, en son yine bir çetenin, Yüksekova Çetesi'nin bir cinayeti yüzünden hepimiz birden AİHM tarafından 80 kusur bin Euro ödemeye mahkum edildik. Ve hiçbirimiz de çıkıp "Yetti artık bu utanç. Abdullah Canan'ı biz mi öldürdük? Mahkemeyi biz mi yönlendirdik? Bu ödediğimiz kaçıncı kan parası? Kaçıncı caninin, kaçıncı katilin cezasını ve utancını çekiyoruz?" diye isyan etmedik. Haberi gazetelerde okumuşsunuzdur. Dava, 1996 yılında Hakkari'de gözaltında bir cinayete kurban giden Abdullah Canan'ın davasıydı. Cinayetin failleri baştan beri apaçık ortadaydı, Canan'ın kimler tarafından gözaltına alındığını, sonra işkence gördüğünü, sonra ailesiyle canına karşılık pazarlık yapıldığını, paranın bir kısmının alındığını ama buna rağmen öldürülüp yol kenarına atılıverdiğini bütün Hakkari biliyordu ama buna rağmen mahkeme, cinayeti "faili meçhul" bırakmayı becerdi.

Sonuçta sanıklar beraat etti, devlet ise mahkum oldu... Ve şimdi biz, bu utanç verici mahkumiyetin bedelini, helal kazançlarımızdan bir kenara ayırdığımız vergilerimizle ödeyeceğiz.

* * *

Biliyorsunuz, bu utancı ilk defa yaşamıyor Türkiye ve bu sonuncusu da olmayacak. Davanın seyrine bakınca, Şemdinli yüzünden bir mahkumiyetin daha kapıda olduğu görülüyor. Evet, bu gidişle, Şemdinli Davası'nda da aynı utancı yaşayacağız. Üç beş yıl sonra, o dava da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidecek... İç hukukun adaleti aramak yerine, bulandırmaya çalıştığı yine ayan beyan çıkacak ortaya ve AİHM bir kez daha devleti suçlu bulacak. Sonra devlet yine o utanç verici "dostane çözüm" çağrısında bulunacak davacı tarafa; adi bir pazarlıkçı gibi "30 bin mark vereyim, kapatalım bu pisliği" diyecek. Hepimiz yine utanacağız. Aradan üç beş yıl daha geçecek ve dava sona erecek.

Devlet bir kez daha mahkum edilecek. Tabii devlet anonim bir varlık olduğu için, kimse bu mahkumiyeti üstüne almayacak, kimse bu suçtan dolayı utanmayacak. Kimse hükmedilen tazminat cezasına aldırmayacak. Hatta kimse tazminatın ödendiğini fark etmeyecek bile. Hazineyle birkaç kurum arasında gidip gelen soğuk, nötr birkaç yazışma, bir ödeme emri, altında açılan üç beş imza; hepsi bu...

Utanma sıkılma diye bir şey bilmeyen, duyguları olmayan o anonim varlık için, binlerce ödeme kaleminden hiçbir farkı olmayan bir ödeme kalemi olacak bu da... Ha depremzedelere ödenen yardım olmuş, ha devletin işlediği bir cinayet için ödenen "kan parası..." Devletin veznesindeki memur ikisini de aynı umursamazlıkla, aynı yabancılaşma içinde ödeyecek. Doğrusunu isterseniz, toplum olarak biz de aynı yabancılaşma içinde, pek aldırmayacağız ödenen tazminata. O kan parasının içinde hepimizin üç beş kuruşu olduğunu; bunun da bizi o suça ortak ettiğini aklımızdan bile geçirmeyeceğiz.

No comments: