Tuesday, January 8, 2008

Yazılının eşitsizliğini çözmeyenler, sözlünün peşinde !

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140942

Ali Karahasanoğlu , Vakit , 08 Ocak 2008




Yazılının eşitsizliğini çözmeyenler, sözlünün peşinde!

08 Ocak 2008



Yazılının eşitsizliğini çözmeyenler, sözlünün peşinde !

Ali İhsan KARAHASANOĞLU

Bir bu eksikti işte..
Ankara 6. İdare Mahkemesi, Sağlık Bakanlığı müfettiş yardımcılığı mülâkat sınavını yeterince şeffaf bulmamış ve yapılan atama işlemlerinin yürütmesini durdurmuş!

Verilen karar, 2020’lerin Türkiyesi açısından doğru mudur” diye soracak olursanız, “doğrudur” derim.
Ama 2008 Türkiyesi için, böyle bir karar almak, ancak ideolojik yaklaşımla izah edilebilir..
Düşünebiliyor musunuz, Türkiye’de meslek lisesi mezunu ile klasik lise mezununun girdiği aynı imtihandaki farklı puanlandırma sistemi bile değiştirilemedi daha!
Ama Ankara 6. İdare Mahkemesi, sözlü sınavın kasete alınmamış olmasını, eşit davranılmadığına bir delil olduğunu belirtip, sınav sonuçlarını iptal etti!
Hey gidi hey!
ÖSS’de iki öğrenciyi alıyorlar yanyana imtihana.. İkisine de aynı soruyu sorup, sonra ikisinin de bildiği soruda, birisine 5 puan, diğerine 2 puan veriyorlar!
Ankara 6. İdare Mahkemesi’nden tutun, Zonguldak 1. İdare Mahkemesi’ne, İstanbul 8. İdare Mahkemesi’ne kadar, Danıştay’ına kadar bir tanecik de olsa hiçbir mahkeme, “Bu ne saçmalıktır? Böyle rezalet olur mu? Aynı imtihana aldığınız iki öğrenciden, birisinin doğru cevabına 5 puan, diğerinin doğru cevabına 2 puan verilir mi? Dalga mı geçiyorsunuz siz? Böyle hokkabazlık olmaz. Böyle vicdansızlık olmaz. Böyle zulüm olmaz! Siz bilim adamı mısınız, yoksa şarlatan mı? Aynı doğru cevaba, farklı puan verilir mi?” demiyor..
Kalkmışlar, müfettiş imtihanında, sözlü bölümdeki soru ve cevapların karşılaştırmasını tam olarak yapabilmek için, tüm adayların mülâkatlarının kayıt altına alınması gerektiğini ve itiraz halinde mahkemece incelenmesi gerektiğini belirtip, imtihan sonucunu iptal ediyorlar!
Nasıl bir ideolojik yaklaşım bu, söyler misiniz?
Müfettiş yardımcılığı dediğiniz, herkes için temel hak olarak öngörülmüş bir makam değildir.
Tabiiki kimsenin hakkı yenilmesin. Ama sonuçta bir vatandaşın müfettiş yardımcısı olmaması, temel hakkının kısıtlanması anlamına da gelmez.
Müfettiş yardımcılığı temel hak olmasa da, idare mahkememiz çok hassas bu konuda.
“Olmaz” diyor, “sözlü imtihanı da, kasete alacaksın, itiraz olduğunda bana göndereceksin, diğer adayların da imtihan kasetlerini bana göndereceksin, ben inceleyeceğim, ‘acaba adaylara haksızlık edilmiş mi?’ diye bakacağım, daha lâyık bir aday varken, diğerine fazla puan verilmiş mi, araştıracağım” diyor!
Peki aynı hassasiyeti, üniversiteye giriş imtihanında niye göstermiyorsunuz beyler?
Orasını karıştırma!
Orada haksızlığa uğrayanlar, mütedeyyin öğrenciler. Anadolu çocukları. Köylü çocukları..
Ama müfettiş yardımcılığında, haksızlığa uğradığını iddia edenler, hükümete mesafeli olanlar! Dolayısıyla elit kesimin insanları. Egemenliğin, doğuştan kendilerinde olduğunu ileri sürenlerin grubundan!
Öyleyse, Robert Kolejliler lehine, Sultanahmet Ticaret Lisesi aleyhine bir haksızlık varsa, oradaki zulmü görmüyorlar.. “İdarenin takdir hakkı vardır” deyip, kapatıyorlar konuyu!
Ama Robert Kolejlilerin mağdur olma ihtimali bulunan küçücük bir ihtimal varsa, yeri göğü inletiyorlar: “Her şey kayıt altına alınacak. her şey şeffaf olacak!”
Nasıl bir ülkede yaşıyoruz, görüyor musunuz?
Hani o mahkeme; kendi baktığı davalarda şeffaflığı sağlamış da, ondan sonra da Sağlık Bakanlığı’na “şeffaf olun” diye iptal kararı vermiş olsa, “haklıdır” diyeceğim.
Ama açıp baksanız o mahkemenin kararlarına, davaların karara bağlanma sürelerine.. Göreceksiniz, biri 2 senede, diğeri 6 ayda, bir diğeri de 3 senede...
“Niye böyle?” diye soramazsınız bile..
Defterlerini bile göstermezler kimseye..
Avukat mısınız; olsun.. “Defterlerimiz bizim iç kayıtlarımızdır, dışarıdan kimseye gösteremeyiz” der, engellerler.
Ama Sağlık Bakanı mütedeyyin birisi diye, ona olmadık engelleri çıkartmaya kalkışırlar!
Ama tüm bunların sorumlusu, AdaletBakanlığı’dır.. A’dan Z’ye, her şeyini bildikleri yargı organlarının, ideolojik yaklaşımlarını öylece seyrediyorlar! Sözlü imtihanın görüntü kaydını isteyen mahkemenin hakimlerine, “Getir bakalım sen kararlarını. Bugün ilk defa mı böyle bir karar veriyorsun, yoksa önceki hükümet dönemlerinde de böyle bir karar verdin mi?” diye sormuyorlar!
Sormayınca da, yazılı imtihanlarda bile eşitlik sağlanmamış bir ülkede, sözlü imtihanın kayıtları tartışma konusu oluyor!
AdaletBakanlığı böyle yönetildiği sürece de, olmaya devam edecek gibi görünüyor!

Monday, January 7, 2008

Düzova’da hakim, savcı avlarlar gak gak gubarak, gak gubarak !

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140926

Abdurrahman Dilipak , Vakit , 07.Ocak.2007



Düzova’da hakim, savcı avlarlar gak gak gubarak, gak gubarak!

07 Ocak 2008



Düzova’da hakim, savcı avlarlar gak gak gubarak, gak gubarak !

ABDURRAHMAN DİLİPAK

“Düzova'da siyaset”le “Yüksekova’da siyaset” ya da hukuk aynı değil..
Başbakan Erdoğan, Kürt sorununa açılım isterken, "Kürtçe eğitim, seçmeli ders" gibi örnekler veren Diyarbakır Baro Başkanı Tanrıkulu'na, "Yarın Çerkez'i, Laz'ı da isterse ne olacak? Sorumluluk mevkiinde değilsen atış serbest!" karşılığını verdi.

Tanrıkulu! Demek cumhuriyet, bu yurttaşımızı hâlâ kulluktan vatandaşlığa yükseltememiş ve devletimiz de bu kulluğu nüfus idaresi eli ile tescil etmiş. Hem zaten ttrehber.gov.tr'ye bakın bakalım, adında hacı-hoca gibi yasak unvanlı ne kadar insan var. Devrim yasaları yok mu ülkede kardeşim.. Hacı, hoca, bey, efendi, paşa, yok! Bu adı taşıyanların emekli maaşları ve sigortaları iptal edilsin, Hacı Abdullah, Hacı Bozan, Hacı Salih, Hacıbey restoranları kapatılsın!!!)
Tamam “bekara karı boşamak kolay” da, “Kürtlere vermiyorsak ötekilere de vermeyiz” demek ne kadar doğru?
Neden bu ülkede bir tek Bizantoloji yok. Ya da Gürcü, Çerkez, Süryani filolojisi yok?
Ne doğduğumuz ana babayı biz seçtik, ne doğduğumuz zamanı, ne de toprağı.. Herkesin anasının dilini öğrenme, konuşma, yazma, öğretme, yayın yapma hakkı olduğunu düşünüyorum.. Bu kim olursa olsun. O dil ne olursa olsun, o beni ilgilendirmez.. Bu dil Kürtçe, Aramice, Urduca ya da Esperantoca olsun fark eden bir şey yok. Olamaz, olmamalı..
Urduca diye bir dil var mı idi? Ne zaman nasıl çıktı?. Ama artık böyle bir dil ve böyle bir yazı şekli var.. Soranice de var, Zazaca da, Gurmanço da var.. Bu insanlar bu dili kullanıyor.
Siz yok sayarsanız, bu insanlar askerdeki oğlu ile bile görüştürülmüyor. Hapisteki oğlu ile konuşamıyor.. Mahkemeye çıkıp ifade veremiyor. Çünkü başka dil bilmiyor..
Ya da Gürcüler Gürcüce'yi unuttu da iyi mi oldu? Çeçenler Çeçence'yi unuttu, bu doğru bir iş mi? Çerkezler Çerkezce'yi bilmiyorlar diye, Kürtlerin de Kürtçe'yi unutması mı gerek?
Hayır öğrenmeliler. Öğrensinler ki, komşularımızla iletişim kuralım, bilelim, bilişelim..
Kaldı ki, artık burnumuzun dibinde bir Kürdistan var. İran'da Kürdistan bir eyaletin adı..
Ufacık Lübnan'dan dünyaya yayılan bir yığın Ermeni, Süryani, Arap şarkıcı, bilim ve sanat adamı var. Peki bizimkiler nerede? Neden Arapça şarkılar söyleyen bir Türk vatandaşı Arap şarkıcı yok bu ülkede bu kadar Arap var da!?.
Subhi Baykam bin Bedri Baykam Mısır kökenli; o bilmiyor diye, o kabul etti diye tüm Arapların Arapça'yı unutması mı gerek!. Ecevit'in de kökleri Libya'ya uzanıyordu.
İmparatorluk bakiyesinden bir ulus devleti çıkarmak kolay değil. İşte 100 yıl sonra da olsa çözülüyor sonunda.
Ne mutlu Türküm diyene diye bağıttırarak, dağa bayıra bunu yazarak Türkleştiremezsiniz insanları..
Var da yoksa ben mi bilmiyorum. Yoksa böyle bir dil mi yok!.. Onlar da Türkçe'nin farklı lehçeleri mi?
Lazca diye bir ırk ya da dil var mı? Kim karar verecek buna.. Böyle bir dil varsa ne kadar Ermenice, Rumca, Gürcüce, Çerkezce ya da Türkçe bilelim..
Taksim’i “Taxim” diye, Taksim'de bir otele ad olarak yazarsanız sorun yok. Hele sonuna bir de Hill eklediniz mi? Ya da Marmara'nın başına bir de “The” eklerseniz tamam, ama “Nevruz”u, “Newroz” diye yazdınız mı kızılca kıyamet kopar. Neden?
Erdoğan'ın demokrasi vaadi tamam, ama sonrası.. Evet herkese, onun kim olduğu bizi ilgilendirmez. Vakıf Üniversiteleri yanında bırakın cemaatler kendi bilimsel araştırma merkezlerini kendiler kursunlar.. Robert Kolej'e, Amerikan Kolejlerine, Galatasaray'a gösterilen anlayış, hoşgörü onlara da gösterilsin.. Yanlış olan bu talepler değil, tevhidi tedrisatın, YÖK'ün bu haliyle devam etmesi. Değişmesi gereken yurttaşlar değil, anayasa; eğer vatandaşın dili, kıyafeti anayasaya uymuyorsa, değişmesi gereken anayasanın kendisidir. Çünkü anayasa o insanlar için var, o insanlar anayasa için değil!
Neden bizde bir Bizantoloji yok? Neden Rum, Süryani ve Ermeni dili üzerine bir araştırma enstitüsü yok?.. Süryani Patrikliği Hz. Ömer'in talebi üzerine kuruldu. Ermeni Patrikliği Fatih döneminde Fatih'in talebi üzerine kuruldu. Fatih Sultan Mehmed'in kendisi Doğu Roma Bizans'ın ve Rum Ortodoks kilisesinin başı idi aynı zamanda.. Peki şimdi ne oldu?
Son yıllara damgasını vuran Şemdinli olayının en önemli tanığı ve mağduru Seferi Yılmaz ile Yüksekova Haber’in yapmış olduğu özel röportajı okudum geçen gün. Kasım 2005'te meydana gelen Şemdinli olayı 2007'de askeri mahkemenin verdiği kararla yeni bir aşamaya geldi biliyorsunuz.. "Hukuk skandalı" olarak tanımlanan kararın sanıkları şimdi dışarıda..
İddianameyi hazırlayan savcı görevinden alındı, ama o iddianameye dayanarak mahkeme, sanıkları mahkum etti. Ama karar Yargıtay'da bozuldu. Bu defa, kararı veren mahkeme üyelerinin tamamı başka görevlere gönderildi. Yeni heyet görevsizlik kararı verdi. Dosya askeri mahkemeye gitti. Askeri mahkeme de tutukluları salıverdi..
Bakın adalet yoksa barıştan söz edemezsiniz.. Adalet ve barış yoksa, özgürlükler tehdit altındadır demektir. Onun için, “Adalet mülkün temelidir” denmiştir.
Seferi Yılmaz sözkonusu röportajında diyor ki: “Başta bu tahliye kararını Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi'ne aldırmak istediler. Mahkeme heyeti üzerinde çok ciddi bir baskı vardı. Ama buna rağmen mahkeme heyeti vicdanlarının ve savcı Sarıkaya'nın hazırladığı iddianamenin etkisiyle 39 yıllık bir ceza verdi. Tabii bu da budanmış ve eksik bir karardı. Zira, mahkeme heyeti savcı Sarıkaya'nın iddianamesini budayarak oluşumu 3 kişiyle sınırlı tuttu ve arkalarındaki isimleri hiç araştırmadı. Böyle yapmalarına rağmen Yargıtay'ın bozma kararına uymadıkları, kararlarında direttikleri için sürgün gibi görevlendirmelerle dağıtıldılar. Bu sürgün tıpkı savcı Ferhat Sarıkaya'nın görevden alınması gibi bir gözdağıydı. Kime gözdağıydı? Başta yeni oluşturulan mahkeme heyetine gözdağıydı. Ayrıca oluşturulan yeni heyet zaten AKP hükümetinin etkisinde bir heyetti ve diyebilirim ki sırf bu karar için oluşturuldu. Bunu 4 günlük savcının tahliye istemesinden rahatlıkla anlayabiliriz.”
Seferi Yılmaz'ın altını çizdiği bir başka gerçek var: “46'da Özalp'ta 33 Kürt köylüsünü katletmekten mahkûm olan general Muğlalı'nın ismi Özalp'ta bir askeri kışlaya verildi.” Bu Muğlalı denilen adam, şu Menemen olayının da arkasındaki isim..
Bu kafayla nereye kadar gidebilirsiniz!.
Beni tanıyorsunuz. Ben ne yaptım da 500 yıldan daha fazla mahkûmiyet talebi ile 1971'den bu yana kesintisiz sanık olarak 40 yıldır, yüzlerce davadan sanık sandalyesine oturtuldum.. Üstelik hiç mahkûmiyetle sonuçlanan davam olmadı!
Bugün benden daha kıdemli hakim yok yargıda ve ben hâlâ sanığım.. Bir hakimle tartıştık da, “Ben 20 yıllık hakimim” dedi, ben de “40 yıllık sanığım, benim kıdemim sizden fazla. Siz geçiminiz bu olduğu için bu işi yapıyorsunuz, ama ben hata yaparsam ödeyeceğim bedel belli. 40 yıldır sanık olmayı hakeden ne yaptım ben” dedim.. Güven Erkaya için, “Hakkımı helal etmiyorum, toprağı bol olsun dedim” diye evimi haczettiler.. Onbaşı olamayacakların general olduğu ülke deyince, TSK adına 312 general bir olup dava açtılar. O zamanki 1. Ordu Komutanı Hurşit Tolon'un davacı olduğu mahkemede, onun resen görevlendirdiği hakimler tarafından yargılandım.. Dayım, “Çok ‘Allah’ dedi” diye sanık sandalyesine oturtulmuştu bir zamanlar!
Bana bunu yapanlar, başkalarına ne yapmaz ki!
İstiklal Mahkemesi geleneğinden geliyoruz sonuçta.
Darbe yasaları ile yönetiliyoruz..
Evren hakkında soruşturma açan Adana savcısına ne oldu?
Şemdinli savcısı nerede şimdi?. Yüksekova'da ne oldu? Şemdinli'de ne oldu?.
Düzova'da hakim savcı avlandığı sürece, Yüksekova'da bu işlerin bitmesi zor..
Bu konudaki sağırlar dilinin lehçesini biliyorum. Gak gak gubarak gak gubarak.. Selâm ve dua ile.

Saturday, January 5, 2008

Türkiye AİHM'de üçüncü sırada

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=291070



Türkiye AİHM'de üçüncü sırada



Türkiye, hakkında AİHM'ne en fazla başvuru yapılan ülkeler arasında yer almaya devam ettiği ifade edildi. Türkiye'nin 2007'de başvuru sayısında Rusya ve Romanya’nın ardından 3’üncü sırada geldiği belirtildi.

05 Ocak 2008 10:39

Türkiye AİHM'de üçüncü sırada

Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, hakkında en fazla başvuru bulunan ülkeler arasında yer almaya devam ettiği ifade edildi. Türkiye'nin 2007'de başvuru sayısında Rusya ve Romanya’nın ardından 3’üncü sırada geldiği belirtildi.

Alman yayın kuruluşu Deutsche Welle’nin haberine göre, AİHM’de şu anda işlem görmekte olan başvuru sayısı yaklaşık 105 bin civarında. Bu başvurulardan 25 bini Rusya’dan geliyor. Rusya’yı yaklaşık 13 bin başvuru ile Romanya izliyor.

Türkiye ise 9 bin 900 başvuru ile mahkemenin toplam iş yükünün yaklaşık yüzde 9,5’ini oluşturuyor. Türkiye’yi de sırasıyla Ukrayna, Polonya, İtalya, Almanya, Fransa, Çek Cumhuriyeti ve İngiltere izliyor.
Mahkeme yetkililerinin yüklü başvuru sayısının bir ülkenin mahkeme sicilini değerlendirmek için yeterli olmadığını söylediklerinin belirtildiği haberde, “Bunun nedeni ise ülkelerin nüfuslarının aynı olmaması. Mahkeme sözcüleri bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin Avrupa ortalamasında yer aldığını söylemekteler” denildi.

“Türkiye’den mahkemeye gelen davalar gerek nitelik gerekse nicelik olarak kabuk değiştirmeye devam ediyor” denilen haberde, Türkiye’den, 90’lı yıllarda olduğu gibi, Strasbourg mahkemesine yığınlarla başvuru gelmediği ifade edilirken, “Gelen başvuruların çoğunluğunu, eskiden olduğu gibi, faili meçhul cinayetler, işkence ve kötü muamele iddialarıyla ilgili vahim vakalar oluşturmuyor. Buna karşılık, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, adil yargılanma, yargı sürecinin uzunluğu ve mülkiyet hakkı gibi konularda başvuruların ilk planda olduğu görülüyor” diye kaydedildi.

ANKA

Sunday, December 23, 2007

Magna Carta - Bireyi devlete karşı koruyan modern anayasaların ilk adımı

Mehmet Altan , Star , 23.12.2007


Hükümet ıskalayınca

Şu soruyu soruyordum: ‘Tam da sivil anayasa girişiminin başlangıcında Türkiye’nin bu nüshaya sahip olması şık olmaz mı? ‘Bunu gidip alalım’ önerisiyle acaba kim ilgilenir?

Müzeler mi? Burjuvazi mi? Toplum mu?

Devlet mi?

Hükümet mi?

Başbakanlık mı, Kültür Bakanlığı mı, Adalet Bakanlığı mı?’

Meğer kimse ilgilenmezmiş...

***

Neyle ilgilenmezmiş?

Magna Carta ile...

Kimse ilgilenmediğine göre yeniden ve usanmadan soralım.

Nedir bu Magna Carta?

1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir.

Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir.

Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır.

Belge, kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılıyordu.

Önemi de buradan gelir.

***

Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır.

Hukuk devreye girmiştir.

Bireyi devlete karşı koruyan modern anayasaların ilk adımı atılmıştır.

İlk bakışta Magna Carta vatandaş özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında denge kuran bir başlangıç metni gibi durur ama...

Magna Carta’nın 39. maddesinde yer alan, ‘Özgür hiç kimse, kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek veya mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır’ hükmü, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli kurallar getirmiş olup, hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede yerleşmesine neden olmuştur.

Kısacası demokratik bir hukuk devletinin kutsal metinlerindendir...

***

İşte kimsenin ilgilenmediği...

Bu Magna Carta’nın Kral John tarafından imzalanan orijinal metni kaybolmuştur.

Ama dört kopya varlığını sürdürmüştür...

İngiliz resmi arşivindeki ise Kral 3. Henri tarafından 1225 yılında yaptırılan nüshası.

‘Büyük Özgürlükler Sözleşmesi’ Magna Carta’nın 13’üncü yüzyıla ait bir kopyası New York’ta açık artırmayla satılacaktı.

İstedim ki biz alalım.

Sotheby’s Müzayede Evi’nden yapılan açıklamaya göre, 10 Aralık’ta satılacak Perot Vakfı’na ait 1297 tarihli parşömen kopyanın, 20 milyonla 30 milyon dolar arasında bir fiyata alıcı bulması bekleniyordu.

Satışa çıkarılan kopya, Washington’daki Ulusal Arşiv’de 20 yıldan fazla süredir sergilenmekteydi.

***

Önceki günlerde...

Açık artırma gerçekleşti.

Dünya tarihinin en önemli belgelerinden kabul edilen ‘’Magna Carta’’nın bir kopyası, New York’ta yapılan müzayedede 21,3 milyon dolara alıcı buldu.

New York’un ünlü Sotheby’s müzayede evinde açık artırmaya çıkarılan 800 yıllık belgeyi Amerikalı iş adamlarından David Rubenstein aldı.

Türk hükümeti henüz böyle bir derinliğe sahip olmadığını gösterdi.

Derin bir kulağa...

İnce bir zarafete henüz hazır değiliz demek ki...

***

Bu arada...

Rubenstein, belgeyi 1988 yılından beri sergilendiği Amerikan Milli Arşiv ve Kayıtlar İdaresine ödünç vereceğini belirterek, ‘bu, ülkemiz için güzel bir gün. ABD Anayasası ve Bağımsızlık Bildirgesi’nin temelini oluşturan Magna Carta’nın ABD’de bulunan son kopyasının Amerikan milli arşivlerinde sergilenmeye devam etmesi için elimden geleni yaptım’ dedi.

İnsan haklarının İngiliz hukukuna girmesini sağlayan belge olarak son derece büyük tarihi önem taşıyan bu tarihsel metin bizim olsa fena mı olurdu?

İnsanlığın bir parçası olduğumuzu...

Evrensel hukukun takipçisi bulunduğumuzu...

Hem kendimize hem de dünyaya sembolik bir biçimde de olsa gösterirdik.

Ne yapalım...

Belki de böyle şeyler için daha zaman erkendir bizim için.


23.12.2007

Thursday, December 20, 2007

Psikolojik savaşta propaganda

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140688



Psikolojik savaşta propaganda

19 Aralık 2007



Psikolojik savaşta propaganda

NEVZAT TARHAN

ntarhan@gmail.com

Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Her gün hepimizin pek çok açıdan propagandaya maruz kaldığımız artık biliniyor. Çağımızın son 20 yılında tanık olduğumuz olaylara dikkatle baktığımız zaman bugün ne gibi propagandalara maruz kaldığımızı anlamamız zor olmayacaktır. İletişim imkânlarının alabildiğine arttığı, “at izi” ile “it izi”nin karıştığı günümüzde bunları bilmek kişinin kendisine “psikolojik duvar” örerek koruması için artık zaruret halini almaya başlamıştır.

Psikolojik savaşın propaganda çeşitlerinden biri kara propagandadır. Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Kara propaganda da kaynak belirlidir ama başka kaynaklardan çıkıyor gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile vardır. Entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır.

Düşmanlık duygularının attırılması

Kara propaganda da gerçekleri değiştirmek, inançları sarsmak ve kamu efkârını karıştırmak amaçlar. Kaynağı belli olmamalıdır, anlaşıldığı zaman, tesiri olmaz, geri teper ve düşmanlık duygularının artmasına neden olur.

Kara propagandanın malzemesi yalan ve iftira, bozgun, çıkarcı her türlü yoldur. Sahte delil vardır. Bunun için, var olmayan her şeyi var gibi gösterir.

Yalan, gerçekmiş gibi inandırıcı bir şekilde ortaya atılır. Kara propaganda da nifak, ortalığa sokup karıştırmak için çok kullanılan bir yöntemdir.

Kara propaganda da kaynak daima gizlidir. Her ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur.

Kaynak gizli kaldıkça; yalanlar, rivayetler, şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir.

Amacı, muhatapların ruhi çöküntüye götürülmesidir. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlâkî ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar.

Çıkara hizmet eden her şey…

Kara propaganda da her şey kullanılabilecek bir malzemedir, yeter ki bu malzeme istenen çıkara hizmet etsin. Kitaplarda bu faaliyetin, amacı temiz, yöntemi pis olan bir propaganda tekniği olarak geçmesi uluslararası bir tartışma konusudur. Psikolojik savaşla ilgili askerî yönetmeliklerde bu propagandanın bir yöntem olarak tanımlanması, acaba ne derece insanî ve ahlâkîdir? Düşman olan kadın, kız ve çocuklara insanlık dışı muamele yapmakla, onları birbirine düşürtüp öldürtmek, aralarında fitne çıkarmak arasındaki ince sınır nasıl çizilecektir? Kötülük tuğlaları ile örülmüş olan zafer kalesi ne kadar yaşayabilir ki?

Abdülhamit ve psikolojik savaş

Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülhamit, psikolojik savaş yöntemlerini bilen ve kullanan birisiydi. Balkan savaşı sonrasında kendisiyle yapılan bir görüşmede İttihatçılara hitaben psikolojik savaşı nasıl kullandığını şöyle anlatır:

“Ben Balkanlarda kiliseler arası kavgayı halletmedim. Bunu birleşip bize saldırmasınlar düşüncesi ile bilerek yaptım. Sizin (İttihatçıların) bu ihtilafı çözmeniz yanlıştı.”

Kötülemek amacı ile yapılacak propaganda için propagandacı, karşı tarafın olumsuz bir tarafını bulur. Eğer kötü bir yan bulamazsa uydurur. Propagandacı sürekli uydurma konular icat eder ve bunu sürekli gündemde tutarak işlemeye çalışır.

İnsanları kaygılı hale getirmek

Kara propaganda da ana amaç, yerleşmiş bir inancı yıkmaktır. Halkı kendi içinden çıkardığı liderlerden soğutmak, ordu ve devlete karşı var olan güveni sarsmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı yıkmak ister. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihni karışıklık içerisinde tutmak arzusundadır.

Her türlü zaaf kullanılır

İnsan ve toplumun her yönü, her safhası propaganda malzemesi olarak seçilir. Her türlü noksanlık kara propaganda için birer malzemedir ve burası bir hareket noktasını oluşturur.

Kara propaganda için kişilik zaafları çok önemlidir. Alkol, uyuşturucu, kadın düşkünlüğü, siyasî hırs, particilik, bencillik ve megalomanik özellikler hareket noktası olabilir. Osmanlının son dönemlerinde İttihatçıların dinde lakayt tavırları, Arap toplumunun hilafete olan itaatlerini kırmak için, İngiliz ve Fransızlarca usta bir biçimde kullanılmıştı.

Zeki idareciler dikkatli olmalı

Bazen zeki yöneticiler bu tarz amaçlarla kullanılırlar. Zeki, akıllı ve başarılı yöneticiler övgü ile şişirilirler. Eğer bu yöneticilerin narsisist ruh yapıları varsa, övgü ve itibarı kaybetmemek için kendilerini övenlere sürekli hizmet etmek zorunda oldukları duygularını taşırlar. Bu özellikleri, kendileri farkına varmasalar bile, kara propagandacılar tarafından kullanılarak propagandacılar istediklerini kolaylıkla yaptırabilirler.

Kara propagandanın imkânları

1.Kaynağı gizli olduğu için, muhatabın karşı propagandasının tesiri az olur.

2.Muhatabın anavatanı içinde cephe gerilerinde faaliyet göstermeleri nedeniyle işgal sonrası için zemin hazırlar.

3.Korku duygusu uyandırarak insanlarda bulunan direnme gücünü kırarlar. Böylece insanlara sığınacak güç arama ihtiyacı hissettirirler.

4.Karşıtlarının kendi içlerinde hain elemanların bulunduğu hissini uyandırırlar. Bu nedenle muhataplarında moral çöküntüsü oluşur ve güvensizlik artışı ile durum sonuçlanır.

Kara propagandanın riskleri

1.Propagandanın hazırlanması ve uygulanması özel bir dikkat ister.

2.Gizliliğin ve emniyetin çok önemli olması nedeniyle faaliyeti sınırlıdır.

3.Açık bir çaba ile yürütülmesi zordur.

4.Halkına karşı açık, dürüst ve saydam olan liderlere yöneltildiğinde geri tepen bir silah olur. Halkın lidere, idarecilere olan sevgisini daha çok arttırıcı sonuçlar doğurabilir.

5.İletişimin kolay ve uygun olduğu günümüzde, gizlilik emniyeti güçlükle sağlanabilir.

Propagandanın, muhatabı güçlendirici yanıyla mağdur ve mazlum görünümü birleşirse, çevresindeki insanlara kenetleyici etki yapması mümkündür. Düşman liderin bitirilmesi hesap edilirken tamamen tersi bir sonuçlanabilir.

Monday, December 17, 2007

Yargı, devlet ve insan

http://www.sabah.com.tr/2007/12/10/haber,A4EB5E094D8F43A99AB63943E6FD018C.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 10.12.2007

NAZLI ILICAK

Yargı, devlet ve insan

Yargı bağımsızlığının tartışıldığı bu günlerde, TESEV'in "Yargıda algı ve zihniyet kalıpları" başlıklı araştırmasına göz atmakta yarar var. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Mithat Sancar'ın başkanlığında gerçekleştirilen bu araştırmadan, hâkim ve savcıların, "adalet" ve "devletin çıkarı" veya "demokrasi" ile "devletin güvenliği" arasında bir karşıtlık doğarsa, devletin çıkarlarının korunması gerektiğine inandıkları anlaşılıyor.
İşte bazı ifadeler: "Önce devlet gelir", "Devlet olmazsa, hukuk olmaz, biz de olmayız", "Devletimizin güvenliği hususunda azami özeni, dikkati göstermek zorundayız", "Ben cumhuriyet savcısı olarak devleti ve rejimi korumam gerek. Siz benim devletime, milletime saldırırsanız, demokrasiyi göz ardı ederim.", "Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem", "Devletim olmadıktan sonra, bireysel özgürlüğüm hiçb ir işe yaramaz.", "Biz görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz", "Ben cumhuriyet savcısıyım, cumhuriyeti korumak, kollamak benim görevim."
Yargıda, insanı ve birey haklarını öne çıkaran bir zihniyet değişikliği yapmak gerekiyor. Tayyip Erdoğan, sık sık, Şeyh Edibali'nin Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'ye bir nasihatinden söz eder: "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın."
Avrupa'da insan haklarının olmadığı bir çağda, Bala Hatun'un babası Şeyh Edibali'nin bu cümleyi sarf ettiği söylenir. Zaman içinde, dengeleri tam tersine çevirmişiz ve "Devleti yaşat ki, insan yaşasın" noktasına gelmişiz. Şemdinli'de bir kitabevindeki patlama, Hrant Dink cinayeti, Malatya'da misyonerlerin öldürülmesi, "Devleti koruma içgüdüsünün" hangi tehlikeli noktalara ulaşabileceğini gösteriyor.

Sunday, December 16, 2007

Guguk bağımsızlığı ve Şemdinli davası

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=625886


Mustafa Şentop , Zaman , 17 Aralık 2007, Pazartesi


[Yorum - Doç. Dr. Mustafa Şentop] Yargı bağımsızlığı ve Şemdinli davası


Uzun bir aradan sonra Şemdinli davası ülke gündemindeki yerine tekrar oturdu. Devam eden bir ceza davası olması hasebiyle değerlendirmelerin önemli bir kısmını mahfuz tutarak birkaç noktaya işaret etmek istiyorum.


Bilindiği üzere, 9 Kasım 2005 tarihinde Şemdinli'de meydana gelen olaylarla ilgili olarak Van Cumhuriyet Başsavcılığı bir tahkikat yapmış, akabinde uzunca bir iddianame ile Van Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açmıştı. İddianamenin mahkemeye verilmesinden hemen sonra kamuoyu konuyu tartışmaya başlamış, iddianame metninde yer alan o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı, şimdi Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt'la ilgili değerlendirmeler yankı bulmuştu. İddianamenin ana fikri, Şemdinli'de gerçekleşen olayın bir adi vakıa olmadığı, bölgede zaman içinde oluşan hukuk-dışı örgütlü oluşumlarla alakalı bulunduğu, hukuki olarak da meselenin bu çerçevede ele alınması gerektiği şeklindeydi.

İddianame Ağır Ceza Mahkemesi'ne verildikten sonra, metni hazırlayan savcı aleyhinde değerlendirme ve ithamlarla karşılaşılmış, davanın savcısı, dava devam ederken yazdığı iddianame sebebiyle soruşturmaya tabi tutulmuş, neticede meslekten çıkartılmıştı. Hukuk tarihimizin fevkalade dikkate değer bu olayı yeterli derecede tartışılmamıştır. Bu olay, başlı başına, Türkiye'de yargı bağımsızlığı konusunu açıklığa kavuşturacak niteliktedir. Ülkemizde yargı bağımsızlığı, her zaman, sadece yargının siyasi iktidardan bağımsızlığı olarak ele alınmaktadır. Hatta, bu tezlere bakarsanız, adalet bakanı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi olmasa ülkemizde yargı tam bağımsız olacaktır. Yargının siyasi iktidardan bağımsız olmasının gerekliliğine inanan bir kişi olarak, ülkemizde yargı üzerinde etkili olan güçler arasında siyasi iktidarın ilk sıralarda yer almadığı kanaatini taşımaktayım. Burada yargı bağımsızlığı bakımından ibretlik bir olayı tekrar hatırlamamız gerekir. 28 Şubat akabinde yargı mensuplarının askerler tarafından verilecek brifinge gidip gitmeyecekleri tartışılırken, zamanın adalet bakanı bir genelge yayınlayarak hakim ve savcıların brifinge gitmelerinin doğru olmadığını ifade etmişti. Ancak adalet bakanının bu genelgesi hiçbir hakim veya savcı tarafından dikkate alınmamıştır. Demek ki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu başkanı olan adalet bakanı yargı üzerinde herhangi bir tesir gücüne malik değilmiş. Şemdinli olayı ile ilgili iddianameyi kaleme alan savcının meslekten ihracına yol açan eylemi, iddianamede zamanın Kara Kuvvetleri komutanıyla ilgili yazdıklarıydı. Yazılanlar arasında Sayın Büyükanıt'ın savcılık tahkikatı devam ederken dile getirdiği bazı ifadelerin, "adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs" olduğu dile getirilmekteydi. Burada söz konusu edilen ifadeleri herkes hatırlayacaktır. Böyle, tek bir sözle yargılama etkilenebilir mi, diye düşünenler olabilir. Ama iddianamenin kamuoyuna yansımasından sonra yaşananlar, yargıyı etkileme meselesine yeni perspektifler getirmiştir. Nihayetinde savcı meslekten ihraç edilmiştir. Yargı bağımsızlığı üzerinde siyasi etkiden çok bürokratik etkilerin bulunduğu gerçeği üzerinde yeniden düşünmek gerekir.

Açılış konuşmaları yerine samimiyet testi

Davanın açıldığı sırada dile getirip sormuştuk; yeni ceza yargılaması usulünde mahkemelerin iddianameyi geri çevirme yetkisi vardır, Van Ağır Ceza Mahkemesi savcının suçlanmasına sebep olan iddianameyi kabul ederse, yargıçlar hakkında da soruşturma açılacak mı?

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, meslekten ihraç edilen savcının iddianamesini kabul etmekle kalmamış, iddianamenin oturtulmuş olduğu ana fikri de benimseyerek, 19 Haziran 2006 tarihinde, sanıklar hakkında "adam öldürmek, çete kurmak ve adam öldürmeye teşebbüs'' suçlarından 39 yılı aşan hapis cezası vermişti. Temyiz edildikten sonra Yargıtay 9'uncu Ceza Dairesi, bu kararı "eksik soruşturma" gerekçesiyle bozdu ve davanın askerî mahkemede görülmesi gerektiğini belirtti.

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay'ın "bozma" kararına uydu, ancak görevsizlik kararı vermedi. Yargıtay'ın bozma sebebi olarak gösterdiği eksiklikleri tamamlama yolunu tercih etti. Bunun üzerine, sanıkların şikâyeti ile yargıçlar hakkında da soruşturma açıldı. Bu sırada denk gelen olağan atama döneminde, davaya bakan Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi ile ara kararları için itiraz mercii olan 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin başkan ve üyelerinin tamamına yakını başka illere tayin edildi, yerlerine yeni üyeler atandı. Yeni atanan yargıçlar önlerine tekrar gelen davada Yargıtay kararının görevsizlikle ilgili kısmına da uyarak, sanıkların tutukluluk halinin devamına ve dosyayı askerî mahkemeye göndermeye karar verdi. Yargıtay da bu kararı onadı. Böylece iki yıldan fazla bir zaman tartışmalarla devam eden Şemdinli davası Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesi'nde görülmeye başlandı. Bu mahkemede gerçekleştirilen ilk duruşmada, daha önce Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nce 40 yıla yakın hapis cezasıyla cezalandırılan sanıkların tutuksuz olarak yargılanmalarına ve tahliyelerine karar verildi.

Davanın işleyişi ile ilgili herhangi bir yorum yapmak bu aşamada doğru olmayacaktır. Ancak sürecin kendisi, özellikle yargı mercileri arasında anlaşılması ve açıklanması çok zor derin görüş ayrılıkları Türkiye'nin dikkatini bu davaya çekmelidir. Türkiye'de, yargıçlar ve yüksek yargı bürokrasisi de dahil olmak üzere herkes, her olay karşısında samimiyetle ve mutlak olarak benimsemedikçe, yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesi çözülemeyecektir. Yargı bağımsızlığı konusundaki samimiyet, soyut beyanlarla, açılış nutuklarıyla değil, somut olaylar karşısındaki tutumlarla ortaya çıkmaktadır. Şemdinli davası yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesini bütün boyutlarıyla bir daha gündemimize getirmiştir.


17 Aralık 2007, Pazartesi