Hükümet ıskalayınca
|
|
| 19 Aralık 2007 | |||||||||
| ||||||||||
Psikolojik savaşta propaganda NEVZAT TARHAN Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Her gün hepimizin pek çok açıdan propagandaya maruz kaldığımız artık biliniyor. Çağımızın son 20 yılında tanık olduğumuz olaylara dikkatle baktığımız zaman bugün ne gibi propagandalara maruz kaldığımızı anlamamız zor olmayacaktır. İletişim imkânlarının alabildiğine arttığı, “at izi” ile “it izi”nin karıştığı günümüzde bunları bilmek kişinin kendisine “psikolojik duvar” örerek koruması için artık zaruret halini almaya başlamıştır. Psikolojik savaşın propaganda çeşitlerinden biri kara propagandadır. Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Kara propaganda da kaynak belirlidir ama başka kaynaklardan çıkıyor gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile vardır. Entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır. Düşmanlık duygularının attırılması Kara propaganda da gerçekleri değiştirmek, inançları sarsmak ve kamu efkârını karıştırmak amaçlar. Kaynağı belli olmamalıdır, anlaşıldığı zaman, tesiri olmaz, geri teper ve düşmanlık duygularının artmasına neden olur. Kara propagandanın malzemesi yalan ve iftira, bozgun, çıkarcı her türlü yoldur. Sahte delil vardır. Bunun için, var olmayan her şeyi var gibi gösterir. Yalan, gerçekmiş gibi inandırıcı bir şekilde ortaya atılır. Kara propaganda da nifak, ortalığa sokup karıştırmak için çok kullanılan bir yöntemdir. Kara propaganda da kaynak daima gizlidir. Her ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur. Kaynak gizli kaldıkça; yalanlar, rivayetler, şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir. Amacı, muhatapların ruhi çöküntüye götürülmesidir. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlâkî ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar. Çıkara hizmet eden her şey… Kara propaganda da her şey kullanılabilecek bir malzemedir, yeter ki bu malzeme istenen çıkara hizmet etsin. Kitaplarda bu faaliyetin, amacı temiz, yöntemi pis olan bir propaganda tekniği olarak geçmesi uluslararası bir tartışma konusudur. Psikolojik savaşla ilgili askerî yönetmeliklerde bu propagandanın bir yöntem olarak tanımlanması, acaba ne derece insanî ve ahlâkîdir? Düşman olan kadın, kız ve çocuklara insanlık dışı muamele yapmakla, onları birbirine düşürtüp öldürtmek, aralarında fitne çıkarmak arasındaki ince sınır nasıl çizilecektir? Kötülük tuğlaları ile örülmüş olan zafer kalesi ne kadar yaşayabilir ki? Abdülhamit ve psikolojik savaş Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülhamit, psikolojik savaş yöntemlerini bilen ve kullanan birisiydi. Balkan savaşı sonrasında kendisiyle yapılan bir görüşmede İttihatçılara hitaben psikolojik savaşı nasıl kullandığını şöyle anlatır: “Ben Balkanlarda kiliseler arası kavgayı halletmedim. Bunu birleşip bize saldırmasınlar düşüncesi ile bilerek yaptım. Sizin (İttihatçıların) bu ihtilafı çözmeniz yanlıştı.” Kötülemek amacı ile yapılacak propaganda için propagandacı, karşı tarafın olumsuz bir tarafını bulur. Eğer kötü bir yan bulamazsa uydurur. Propagandacı sürekli uydurma konular icat eder ve bunu sürekli gündemde tutarak işlemeye çalışır. İnsanları kaygılı hale getirmek Kara propaganda da ana amaç, yerleşmiş bir inancı yıkmaktır. Halkı kendi içinden çıkardığı liderlerden soğutmak, ordu ve devlete karşı var olan güveni sarsmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı yıkmak ister. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihni karışıklık içerisinde tutmak arzusundadır. Her türlü zaaf kullanılır İnsan ve toplumun her yönü, her safhası propaganda malzemesi olarak seçilir. Her türlü noksanlık kara propaganda için birer malzemedir ve burası bir hareket noktasını oluşturur. Kara propaganda için kişilik zaafları çok önemlidir. Alkol, uyuşturucu, kadın düşkünlüğü, siyasî hırs, particilik, bencillik ve megalomanik özellikler hareket noktası olabilir. Osmanlının son dönemlerinde İttihatçıların dinde lakayt tavırları, Arap toplumunun hilafete olan itaatlerini kırmak için, İngiliz ve Fransızlarca usta bir biçimde kullanılmıştı. Zeki idareciler dikkatli olmalı Bazen zeki yöneticiler bu tarz amaçlarla kullanılırlar. Zeki, akıllı ve başarılı yöneticiler övgü ile şişirilirler. Eğer bu yöneticilerin narsisist ruh yapıları varsa, övgü ve itibarı kaybetmemek için kendilerini övenlere sürekli hizmet etmek zorunda oldukları duygularını taşırlar. Bu özellikleri, kendileri farkına varmasalar bile, kara propagandacılar tarafından kullanılarak propagandacılar istediklerini kolaylıkla yaptırabilirler. Kara propagandanın imkânları 1.Kaynağı gizli olduğu için, muhatabın karşı propagandasının tesiri az olur. 2.Muhatabın anavatanı içinde cephe gerilerinde faaliyet göstermeleri nedeniyle işgal sonrası için zemin hazırlar. 3.Korku duygusu uyandırarak insanlarda bulunan direnme gücünü kırarlar. Böylece insanlara sığınacak güç arama ihtiyacı hissettirirler. 4.Karşıtlarının kendi içlerinde hain elemanların bulunduğu hissini uyandırırlar. Bu nedenle muhataplarında moral çöküntüsü oluşur ve güvensizlik artışı ile durum sonuçlanır. Kara propagandanın riskleri 1.Propagandanın hazırlanması ve uygulanması özel bir dikkat ister. 2.Gizliliğin ve emniyetin çok önemli olması nedeniyle faaliyeti sınırlıdır. 3.Açık bir çaba ile yürütülmesi zordur. 4.Halkına karşı açık, dürüst ve saydam olan liderlere yöneltildiğinde geri tepen bir silah olur. Halkın lidere, idarecilere olan sevgisini daha çok arttırıcı sonuçlar doğurabilir. 5.İletişimin kolay ve uygun olduğu günümüzde, gizlilik emniyeti güçlükle sağlanabilir. |
| ||||||||
| ||||||||
Bilindiği üzere, 9 Kasım 2005 tarihinde Şemdinli'de meydana gelen olaylarla ilgili olarak Van Cumhuriyet Başsavcılığı bir tahkikat yapmış, akabinde uzunca bir iddianame ile Van Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açmıştı. İddianamenin mahkemeye verilmesinden hemen sonra kamuoyu konuyu tartışmaya başlamış, iddianame metninde yer alan o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı, şimdi Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt'la ilgili değerlendirmeler yankı bulmuştu. İddianamenin ana fikri, Şemdinli'de gerçekleşen olayın bir adi vakıa olmadığı, bölgede zaman içinde oluşan hukuk-dışı örgütlü oluşumlarla alakalı bulunduğu, hukuki olarak da meselenin bu çerçevede ele alınması gerektiği şeklindeydi. İddianame Ağır Ceza Mahkemesi'ne verildikten sonra, metni hazırlayan savcı aleyhinde değerlendirme ve ithamlarla karşılaşılmış, davanın savcısı, dava devam ederken yazdığı iddianame sebebiyle soruşturmaya tabi tutulmuş, neticede meslekten çıkartılmıştı. Hukuk tarihimizin fevkalade dikkate değer bu olayı yeterli derecede tartışılmamıştır. Bu olay, başlı başına, Türkiye'de yargı bağımsızlığı konusunu açıklığa kavuşturacak niteliktedir. Ülkemizde yargı bağımsızlığı, her zaman, sadece yargının siyasi iktidardan bağımsızlığı olarak ele alınmaktadır. Hatta, bu tezlere bakarsanız, adalet bakanı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi olmasa ülkemizde yargı tam bağımsız olacaktır. Yargının siyasi iktidardan bağımsız olmasının gerekliliğine inanan bir kişi olarak, ülkemizde yargı üzerinde etkili olan güçler arasında siyasi iktidarın ilk sıralarda yer almadığı kanaatini taşımaktayım. Burada yargı bağımsızlığı bakımından ibretlik bir olayı tekrar hatırlamamız gerekir. 28 Şubat akabinde yargı mensuplarının askerler tarafından verilecek brifinge gidip gitmeyecekleri tartışılırken, zamanın adalet bakanı bir genelge yayınlayarak hakim ve savcıların brifinge gitmelerinin doğru olmadığını ifade etmişti. Ancak adalet bakanının bu genelgesi hiçbir hakim veya savcı tarafından dikkate alınmamıştır. Demek ki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu başkanı olan adalet bakanı yargı üzerinde herhangi bir tesir gücüne malik değilmiş. Şemdinli olayı ile ilgili iddianameyi kaleme alan savcının meslekten ihracına yol açan eylemi, iddianamede zamanın Kara Kuvvetleri komutanıyla ilgili yazdıklarıydı. Yazılanlar arasında Sayın Büyükanıt'ın savcılık tahkikatı devam ederken dile getirdiği bazı ifadelerin, "adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs" olduğu dile getirilmekteydi. Burada söz konusu edilen ifadeleri herkes hatırlayacaktır. Böyle, tek bir sözle yargılama etkilenebilir mi, diye düşünenler olabilir. Ama iddianamenin kamuoyuna yansımasından sonra yaşananlar, yargıyı etkileme meselesine yeni perspektifler getirmiştir. Nihayetinde savcı meslekten ihraç edilmiştir. Yargı bağımsızlığı üzerinde siyasi etkiden çok bürokratik etkilerin bulunduğu gerçeği üzerinde yeniden düşünmek gerekir. Açılış konuşmaları yerine samimiyet testi Davanın açıldığı sırada dile getirip sormuştuk; yeni ceza yargılaması usulünde mahkemelerin iddianameyi geri çevirme yetkisi vardır, Van Ağır Ceza Mahkemesi savcının suçlanmasına sebep olan iddianameyi kabul ederse, yargıçlar hakkında da soruşturma açılacak mı? Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, meslekten ihraç edilen savcının iddianamesini kabul etmekle kalmamış, iddianamenin oturtulmuş olduğu ana fikri de benimseyerek, 19 Haziran 2006 tarihinde, sanıklar hakkında "adam öldürmek, çete kurmak ve adam öldürmeye teşebbüs'' suçlarından 39 yılı aşan hapis cezası vermişti. Temyiz edildikten sonra Yargıtay 9'uncu Ceza Dairesi, bu kararı "eksik soruşturma" gerekçesiyle bozdu ve davanın askerî mahkemede görülmesi gerektiğini belirtti. Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay'ın "bozma" kararına uydu, ancak görevsizlik kararı vermedi. Yargıtay'ın bozma sebebi olarak gösterdiği eksiklikleri tamamlama yolunu tercih etti. Bunun üzerine, sanıkların şikâyeti ile yargıçlar hakkında da soruşturma açıldı. Bu sırada denk gelen olağan atama döneminde, davaya bakan Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi ile ara kararları için itiraz mercii olan 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin başkan ve üyelerinin tamamına yakını başka illere tayin edildi, yerlerine yeni üyeler atandı. Yeni atanan yargıçlar önlerine tekrar gelen davada Yargıtay kararının görevsizlikle ilgili kısmına da uyarak, sanıkların tutukluluk halinin devamına ve dosyayı askerî mahkemeye göndermeye karar verdi. Yargıtay da bu kararı onadı. Böylece iki yıldan fazla bir zaman tartışmalarla devam eden Şemdinli davası Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesi'nde görülmeye başlandı. Bu mahkemede gerçekleştirilen ilk duruşmada, daha önce Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nce 40 yıla yakın hapis cezasıyla cezalandırılan sanıkların tutuksuz olarak yargılanmalarına ve tahliyelerine karar verildi. Davanın işleyişi ile ilgili herhangi bir yorum yapmak bu aşamada doğru olmayacaktır. Ancak sürecin kendisi, özellikle yargı mercileri arasında anlaşılması ve açıklanması çok zor derin görüş ayrılıkları Türkiye'nin dikkatini bu davaya çekmelidir. Türkiye'de, yargıçlar ve yüksek yargı bürokrasisi de dahil olmak üzere herkes, her olay karşısında samimiyetle ve mutlak olarak benimsemedikçe, yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesi çözülemeyecektir. Yargı bağımsızlığı konusundaki samimiyet, soyut beyanlarla, açılış nutuklarıyla değil, somut olaylar karşısındaki tutumlarla ortaya çıkmaktadır. Şemdinli davası yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesini bütün boyutlarıyla bir daha gündemimize getirmiştir. | ||||||||
17 Aralık 2007, Pazartesi |
Murat Belge
16/12/2007
Memlekette bayağı tuhaf bir ortam oluştu. Şemdinli davasının gidişatı bu olanları en iyi özetleyen süreç denebilir. Önceki günkü tahliye kararıyla birlikte, süreç, şahikasına erişmiş oldu. Durumu öylesine iyi özetliyor ki, işin içine 'yorum' anlamına gelecek tek bir kelime katmadan, en renksiz ve nötr haber diliyle olguları arka arkaya dizip anlatın, ortaya olağanüstü bir hikâye çıkıyor. Kitapçıda bomba, ölen adam, bagajdaki malzeme, sokaktaki halkın gerçekleştirdiği 'cürm-ü meşhut', Kara Kuvvetleri Komutanı'nın yakalanan astsubay hakkındaki sözleri, Van savcısının iddianamesi, savcıya işten el çektirilmesi, bombalı astsubaylara mahkemenin biçtiği 39 yıllık cezanın Yargıtay'da bozulması ve davanın askeri mahkemeye havale edilmesi, ilk duruşmada tahliye...
Burada öyle makyaj, kamuflaj, ambalaj gibi şeylere gerek duyulmadan, harbi bir gidiş yaşandı, yaşanıyor. Ama başka davalarda o '-aj'la bitenler, 'sabotaj' da eklenerek, bolca gözlemleniyor. Trabzon'da Santoro olayı iyice küllendirildi, şimdiye kadar; zaten ilk olduğu için üstünün örtülmesi de görece kolay olmuştu. Ama Hrant cinayeti ve Malatya cinayeti davaları devam ediyor ve devam ettikçe 'hukuk-güvenlik cinayeti'ne dönüşüyor. Malatya'da video kayıtlarının silinmesi gibi akıl almaz durumlarla karşılaşıyoruz, 'Bu nasıl olmuş?' derken sildiren kişinin zaten azmettiren kişi olması ihtimali ortaya çıkıyor. Bütün bu 'silintiler'e rağmen, baş sanığın 'Adamları ekmek bıçağıyla hatır hutur kestim' dediğinin kaydı ortaya çıkıyor. Dink davasında da, Malatya davasında da, bizzat devlet görevlilerinin 'delil karartma' çabaları belli oluyor. Ortada 'kamuflaj' olduğu belli. Ama bu olduğu için, onun arkasında gizli kalanın ne olduğunu çok iyi anlayamıyoruz. Böylece bunların da iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz tetikçilerle sınırlı kalacağı, 'buzdağı'nın su altındaki kısmının ilelebet su altında kalacağı anlaşılıyor. 1 Mayıs gibi, Ecevit'e suikast girişimleri ve girişim istihbaratları gibi, yüzlerce 'faili meçhul' cinayet gibi.
'Mahkeme' denince, söylenecek çok şey var. Türkiye'de bazı olaylar için 'Bu iş karakolda biter' diye bir deyim kullanırız. Bu çok doğru değildir. Arada bir, Nijeryalı Festus gibi, 'karakolda' bitirmeyi başardığımız olaylar vardır, ama karakola düşen olayların birçoğu oradan da mahkemeye 'intikal' eder. Bu gene böyle ve yukarıda anlattıklarımın yanı sıra, örneğin Agos'u ve yazıişleri sorumlusunu 301'den mahkûm eden mahkeme kararı gibi, insana 'Bu ülkede mahkemelerde ne oluyor' sorusunu çok ciddi bir şekilde sorduracak uygulamalarla karşılaşıyoruz.
Temmuz seçimlerinden önce olmuş bazı şeylerin, şimdi, seçim sonrasında girdiğimiz (ve ne menem bir şey olduğunu pek açık seçik göremediğimiz) yeni dönemde derlenip toparlanması gibi görünüyor bana, bu değindiğim olaylar. Seçim öncesinde bu iktidarı bir şekilde defleyip bu toplumu kendi tarihi içinde hapsetme yolunda, gün geçtikçe gözünü karartan bir gayriresmi seferberlik vardı. Bu uğurda çok cüretkâr işlere girişildi, ama istenen, beklenen şey de gerçekleşmedi.
Şimdi, o paldır küldür girişilmiş ve bir sürü beceriksizlikle, kafa göz yara yara yürütülmüş işlerin örtülmesi, kapatılması, başka yerlere kıvılcım sıçratabilecek korların söndürülmesi gerekiyor.
Bunlar da, 'mahkemede bitecek işler' kategorisine giriyor. Türk hukukunun geleneksel 'devleti koruma' içgüdüsü, bu koşullarda, bu noktalara geldi.
Eski CHP'li Moğultay'dan tarihi itirafMehmet Moğultay, Adalet Bakanlığı döneminde, "5 bin kişilik kadroyu örgütlerime vermeseydim de MHP'ye mi verseydim" sözlerini dedi mi demedi mi? İşte aynıtı: |
13 Aralık 2007 16:15 |
Moğultay, geçmişte bir SHP Kongresinde dile getirdiği "5 bin kişilik kadroları örgütlere vermeyip, kendimize vermeyip MHP’ye mi bıraksaydım” vaadinin esasen suç teşkil ettiğini, bu suçu işlemesinin mümkün olmadığını dile getirdi. Cafesiyaset, konuyu "Can Dündar Moğultay'a bu soruyu sorabilecek mi?" şeklinde gündeme taşımıştı.. |
|
| |
|
| ||||
| ||||
|
Adliye duvarına bevleden savcıya 301'den dava |
Cumhuriyet savcısı A.Ç. 18 Kasım 2005'te gece alkollü ve sarhoş durumdayken iki kişi ile birlikte adliye binasına gitti. Alkolün etkisiyle Adıyaman cumhuriyet başsavcısına, ağır ceza mahkemesi başkanına ve diğer hakim cumhuriyet savcılarına yönelik küfredip adliyenin giriş kapısı tarafındaki ana caddeye bakan bahçesine aleni olarak küçük suyunu dökten savcı A.Ç. hakkındaki ilk soruşturma Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapıldı. Daha sonra dosya Adıyaman Ağır Ceza Mahkemesi'ne gitti. Mahkeme yargılamanın Yargıtay'da yapılması gerektiğine hükmedip görevsizlik kararı verdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, dosyayı Şanlıurfa 2. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. Burada dosyayla ilgili görevsizlik kararı verildi. Dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu'na geldi. Genel Kurul'un vereceği karar sonrası, davanın nerede görüleceği kesinlik kazanmış olacak. Ankara, Anka | |
12 Aralık 2007, Çarşamba |
| ||
|
| ||
|
| ||
|
| |||
TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında gerçekleştirilen 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırmanın sonuçları yargıdaki devletçi zihniyeti gözler önüne serdi. Hakim ve savcılar, 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' sorusuna çoğunlukla 'devlet' şeklinde cevap verdi. |
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırması, hakim ve savcıların yargı sistemi içindeki yaklaşımlarına ışık tuttu. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve araştırma görevlisi Dr. Eylem Ümit tarafından yapılan çalışma, hakim ve savcıların 'devletçi' zihniyetini ortaya koydu. Kendilerine 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' diye sorulan hakim ve savcıların, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız', 'Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk dinlemem' gibi cevapları dikkat çekti. TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında 4 ayaklı projeden ilki olan 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırma sonuçları düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna açıklandı. Yargıçların 'Peygamber postuna oturmuş' insanlar gibi algılandıklarına dikkat çeken Prof. Dr. Mithat Sancar, yargının kutsallaştırılmış bir alan olarak algılandığını, ancak yıpratıcı olmamak kaydıyla eleştirilebilmesi gerektiğini vurguladı. Sancar, araştırmanın çok tartışılan yargıyı görüntülemeyi amaçladığını kaydetti. İstanbul, Ankara, Trabzon ve Diyarbakır'da 51 hakim ve savcı ile birebir yapılan görüşmelerin sonucu hazırlanan raporda ilginç bilgiler yar aldı. 12'si kadın 51 yargı mensubunun yüzde 73'ü Türkçeden başka dil bilmiyor. Araştırmanın zihniyet kalıplarına ilişkin bölümünde, yargılama faaliyeti sırasında 'adalet ile devlet çıkarı' veya 'demokrasi ile devletin güvenliği' arasındaki bir karşıtlık çıkabileceği ve bu durumda devletin çıkarının korunacağı görüşü hakim olduğu belirtiliyor. Bu düşünceyi yansıtan hakim ve savcılar, kendilerine sorulan 'Devletin çıkarı mı, adaletin gereği mi?' sorusuna, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Önce devlet gelir', 'Devletim olmadan benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz' şeklinde cevap veriyor. Görüşmecilerin yüzde 63'ü adaletin gereklilikleri ile devletin çıkarının çatıştığını bildiriyor. Her adliye binasında 'Adalet mülkün temelidir' yazdığını hatırlatan Prof. Dr. Mithat Sancar, aslında yargı mensuplarının devlet yerine adalete öncelik vermeleri gerektiğini, tablonun sorunlu olduğunu aktarıyor. Araştırma kapsamına görüşülen savcıların çoğu 'Ben rejimin savcısıyım', 'Bizler görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz' derken, 'Ben kamunun savcısıyım' diyenler ise azınlıkta kalıyor. Hakim ve savcılar, devlete karşı işlenmiş suçlar ile devlet görevlileri tarafından işlenmiş suçlara yaklaşımda farklılık olduğunu kabul ediyor. 'Evet, maalesef var' diyenlerin oranı yüzde 45 iken, 'Evet, olması da lazım' diyenlerin oranı yüzde 24. Büşra Erdem, İstanbul | |
29 Kasım 2007, Perşembe |
“Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” çalışması Türkiye genelinde 51 hakim ve savcıyla yapıldı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi"nden Prof. Mithat Sancar ve Dr. Eylem Ümit"in gerçekleştirdiği çalışmanın ön raporu açıklandı. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TESEV"in araştırmasında iş yükü yoğun olan İstanbul ve Ankara adliyeleri gibi büyük adliyeler esas alındı.
TESEV araştırmasının amacı şu sözlerle açıklanıyor:TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında gerçekleştirilen 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırmanın sonuçları yargıdaki devletçi zihniyeti gözler önüne serdi. Hakim ve savcılar, 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' sorusuna çoğunlukla 'devlet' şeklinde cevap verdi.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırması, hakim ve savcıların yargı sistemi içindeki yaklaşımlarına ışık tuttu. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve araştırma görevlisi Dr. Eylem Ümit tarafından yapılan çalışma, hakim ve savcıların 'devletçi' zihniyetini ortaya koydu. Kendilerine 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' diye sorulan hakim ve savcıların, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız', 'Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk dinlemem' gibi cevapları dikkat çekti.
TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında 4 ayaklı projeden ilki olan 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırma sonuçları düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna açıklandı. Yargıçların 'Peygamber postuna oturmuş' insanlar gibi algılandıklarına dikkat çeken Prof. Dr. Mithat Sancar, yargının kutsallaştırılmış bir alan olarak algılandığını, ancak yıpratıcı olmamak kaydıyla eleştirilebilmesi gerektiğini vurguladı. Sancar, araştırmanın çok tartışılan yargıyı görüntülemeyi amaçladığını kaydetti.İstanbul, Ankara, Trabzon ve Diyarbakır'da 51 hakim ve savcı ile birebir yapılan görüşmelerin sonucu hazırlanan raporda ilginç bilgiler yar aldı. 12'si kadın 51 yargı mensubunun yüzde 73'ü Türkçeden başka dil bilmiyor. Araştırmanın zihniyet kalıplarına ilişkin bölümünde, yargılama faaliyeti sırasında 'adalet ile devlet çıkarı' veya 'demokrasi ile devletin güvenliği' arasındaki bir karşıtlık çıkabileceği ve bu durumda devletin çıkarının korunacağı görüşü hakim olduğu belirtiliyor. Bu düşünceyi yansıtan hakim ve savcılar, kendilerine sorulan 'Devletin çıkarı mı, adaletin gereği mi?' sorusuna, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Önce devlet gelir', 'Devletim olmadan benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz' şeklinde cevap veriyor. Görüşmecilerin yüzde 63'ü adaletin gereklilikleri ile devletin çıkarının çatıştığını bildiriyor.
Her adliye binasında 'Adalet mülkün temelidir' yazdığını hatırlatan Prof. Dr. Mithat Sancar, aslında yargı mensuplarının devlet yerine adalete öncelik vermeleri gerektiğini, tablonun sorunlu olduğunu aktarıyor. Araştırma kapsamına görüşülen savcıların çoğu 'Ben rejimin savcısıyım', 'Bizler görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz' derken, 'Ben kamunun savcısıyım' diyenler ise azınlıkta kalıyor. Hakim ve savcılar, devlete karşı işlenmiş suçlar ile devlet görevlileri tarafından işlenmiş suçlara yaklaşımda farklılık olduğunu kabul ediyor. 'Evet, maalesef var' diyenlerin oranı yüzde 45 iken, 'Evet, olması da lazım' diyenlerin oranı yüzde 24. Büşra Erdem, İstanbul
Yargı köy kökenli
TESEV; İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Trabzon'da, 51 hakim ve savcı ile anket yaptı. Anket hakim ve savcıların yüzde 27'sinin kent, yüzde 73'ünün köy ve kasaba doğumlu olduğunu ortaya koydu.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV), demokratikleşme programı çerçevesinde 10 ay önce başladığı Türkiye'deki yargı araştırmasını tamamladı. Araştırma sonucunda ortaya konan, "Yargıda ve Yargıya Dair Algı ve Zihniyet Kalıpları" adlı rapor kamuoyuna sunuldu. Ankara Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Mithat Sancar ve Dr. Eylem Ümit'in gerçekleştirdiği araştırmada, İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Trabzon'da toplam 51 hakim ve savcı üzerinde anket yapıldı.
HASSAS KONULAR
Anket, hakim ve savcıların nerede doğduklarından nasıl okuduklarına, TV'de ne izleyip ne gibi aktivitelere katıldıklarına kadar çarpıcı sonuçları ortaya koydu. İşte onlardan biri. Ankete katılan 51 hakim ve savcıdan 14'ü (yüzde 27) kent doğumlu olduğunu belirtirken, 37'si (Yüzde 73) köy ve kasaba doğumlu olduğunu söyledi. Anket, hakim ve savcıların Türkiye'nin hassas konulara bakışını da ortaya çıkardı.
301 KALKMASIN
301. madde ve Türklük kavramına ilişkin görüşleri sorulan hakim ve savcılar ilginç açıklamalarda bulundu. Yüzde 24'ü "301 değiştirilmemeli" dedi. Yüzde 16'sı "Kalkmalı" cevabını verdi. 301'deki "Türklük" yerine "Türk milleti" gibi bir kavram geldiğinde, maddenin anlamının değişeceğini düşünenlerin oranı yüzde 25 oldu. Değişmeyeceğini düşünenler ise yüzde 24.
REJİMDEN YANALAR
Yargı mensupları hakim ve savcılar, devletin çıkarlarını hukukun üstünde görüyor, "Ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem" diyor. Mülakat yaptıkları hakim ve savcıların çoğunun devletçi olduklarına dikkat çeken Prof. Mithat Sancar, "Hakim ve savcılar arasında yargılama sırasında devletin çıkarı veya demokrasi ile devletin güvenliği arasında bir karşıtlık çıkabileceği ve bu durumda devletin çıkarlarının korunması gerektiği kanısı yaygın. 'Ben rejimin savcısıyım. Türkiye Cumhuriyet'ini kollamak benim görevim' diyorlar" dedi.
Osman ASİLTÜRK/İSTANBUL
ZAMAN/BUGÜNTESEV'in yargı kurumuna dair raporunda, 28 Şubat sürecinde hakimlerin fişlendiği iddia edildi. Bir hakim, kendisine “kapıdaki odacına saygılarını sun, sicilini o dolduruyor” dendiğini söyledi. Rapora göre hakim ve savcıların çoğu devlet çıkarını hukuktan önce görüyor.
Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) 51 savcı ve hakimle görüşerek hazırlattığı araştırmasında 28 Şubat süreciyle ilgili ilginç bilgiler çıktı. Araştırmada hakim ve savcılar o dönemde odacıları tarafından takip edildiklerini söyledi. Hakim ve savcılar, 28 Şubat sürecinde Cuma namazına giden hakimleri ihbar eden odacıların olduğunu anlattı. Bir hakim, kıdemli bir meslektaşının kendisine şu tavsiyede bulunduğunu aktardı: “Kapıdaki odacına her gün saygılarını sun, sicilini o doldurur.”
TESEV, "Kurumsal Algı ve Zihniyet Yapıları" başlıklı araştırmasının sonuçlarını dün açıkladı. Adalet Bakanlığı'nın izniyle Türkiye genelinde 51 yargıç ve savcı ile görüşmeler yapan Prof. Dr. Mithat Sancar ve proje asistanı Dr. Eylem Ümit, elde ettikleri sonuçları dün Point Hotel'de gazeteciler ve hukukçularla paylaştı.
HUKUKTAN ÖNCE DEVLET
TESEV'in "Demokratikleşme Programı" çerçevesinde 51 hakim ve savcı ile röportajlar yapan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Prof. Dr. Mithat Sancar, yargının hukuk algılaması noktasında oldukça vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu söyledi. Görüştükleri 51 hukukçunun yüzde 61'inin, bir çatışma halinde, devletin çıkarlarını yargının gereklerine tercih ettiklerini söylediklerini aktaran Sancar, bir hakimin, "Ülkem söz konusu ise hukuk mukuk dinlemem" ifadesinin oldukça anlamlı olduğuna vurgu yaptı.
DEMOKRASİ Mİ GÜVENLİK Mİ?
Prof. Dr. Sancar, araştırma kapsamında, hâkim ve savcıların yargı faaliyetine ve çeşitli toplumsal-siyasal meselelere ilişkin yaklaşımları hakkında bilgi edinme fırsatı bulduklarını söyledi. Araştırmada "Devletin çıkarları mı, Adaletin gerekleri mi?", "Demokrasi mi, Güvenlik mi?", "Devlete Karşı Suçlar, Devlet Görevlilerinin Suçları", "Faillerin Kimliği" ve "Düşünce Özgürlüğü", "AB Süreci" gibi konularda temel yaklaşımlar sorgulandı.
Araştırmada, hakim ve savcıların yüzde 49'u herhangi bir sosyal aktivite içinde yer almadığını söylerken, yüzde 98'i üniversite yaşamında herhangi bir STK ile ilişkisi olmadığını söyledi.
Kamu görevlileri kayırılıyor
TESEV'in Algılar, Zihniyet Yapıları ve Kurumlar: Yargı Kurumu isimli çalışmasından çıkan çarpıcı veriler:
“Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” çalışması Türkiye genelinde 51 hakim ve savcıyla yapıldı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi"nden Prof. Mithat Sancar ve Dr. Eylem Ümit"in gerçekleştirdiği çalışmanın ön raporu açıklandı. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TESEV"in araştırmasında iş yükü yoğun olan İstanbul ve Ankara adliyeleri gibi büyük adliyeler esas alındı.
TESEV araştırmasının amacı şu sözlerle açıklanıyor: