Sunday, December 23, 2007

Magna Carta - Bireyi devlete karşı koruyan modern anayasaların ilk adımı

Mehmet Altan , Star , 23.12.2007


Hükümet ıskalayınca

Şu soruyu soruyordum: ‘Tam da sivil anayasa girişiminin başlangıcında Türkiye’nin bu nüshaya sahip olması şık olmaz mı? ‘Bunu gidip alalım’ önerisiyle acaba kim ilgilenir?

Müzeler mi? Burjuvazi mi? Toplum mu?

Devlet mi?

Hükümet mi?

Başbakanlık mı, Kültür Bakanlığı mı, Adalet Bakanlığı mı?’

Meğer kimse ilgilenmezmiş...

***

Neyle ilgilenmezmiş?

Magna Carta ile...

Kimse ilgilenmediğine göre yeniden ve usanmadan soralım.

Nedir bu Magna Carta?

1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir.

Günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından birisidir.

Papa III. Innocent, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri hususunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır.

Belge, kralın bazı yetkilerinden feragat etmesini, kanunlara uygun davranmasını ve hukukun kralın arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesini zorunlu kılıyordu.

Önemi de buradan gelir.

***

Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini din adamları ve halk adına sınırlamıştır.

Hukuk devreye girmiştir.

Bireyi devlete karşı koruyan modern anayasaların ilk adımı atılmıştır.

İlk bakışta Magna Carta vatandaş özgürlüklerini belirlemekten çok, toplum güçleri arasında denge kuran bir başlangıç metni gibi durur ama...

Magna Carta’nın 39. maddesinde yer alan, ‘Özgür hiç kimse, kendi benzerleri tarafından ülke kanunlarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak veya hapsedilmeyecek veya mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak veya kanun dışı ilan edilmeyecek veya sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır’ hükmü, vatandaşların hakları ve özgürlükleri açısından çok önemli kurallar getirmiş olup, hukukun üstünlüğü ilkesinin birçok ülkede yerleşmesine neden olmuştur.

Kısacası demokratik bir hukuk devletinin kutsal metinlerindendir...

***

İşte kimsenin ilgilenmediği...

Bu Magna Carta’nın Kral John tarafından imzalanan orijinal metni kaybolmuştur.

Ama dört kopya varlığını sürdürmüştür...

İngiliz resmi arşivindeki ise Kral 3. Henri tarafından 1225 yılında yaptırılan nüshası.

‘Büyük Özgürlükler Sözleşmesi’ Magna Carta’nın 13’üncü yüzyıla ait bir kopyası New York’ta açık artırmayla satılacaktı.

İstedim ki biz alalım.

Sotheby’s Müzayede Evi’nden yapılan açıklamaya göre, 10 Aralık’ta satılacak Perot Vakfı’na ait 1297 tarihli parşömen kopyanın, 20 milyonla 30 milyon dolar arasında bir fiyata alıcı bulması bekleniyordu.

Satışa çıkarılan kopya, Washington’daki Ulusal Arşiv’de 20 yıldan fazla süredir sergilenmekteydi.

***

Önceki günlerde...

Açık artırma gerçekleşti.

Dünya tarihinin en önemli belgelerinden kabul edilen ‘’Magna Carta’’nın bir kopyası, New York’ta yapılan müzayedede 21,3 milyon dolara alıcı buldu.

New York’un ünlü Sotheby’s müzayede evinde açık artırmaya çıkarılan 800 yıllık belgeyi Amerikalı iş adamlarından David Rubenstein aldı.

Türk hükümeti henüz böyle bir derinliğe sahip olmadığını gösterdi.

Derin bir kulağa...

İnce bir zarafete henüz hazır değiliz demek ki...

***

Bu arada...

Rubenstein, belgeyi 1988 yılından beri sergilendiği Amerikan Milli Arşiv ve Kayıtlar İdaresine ödünç vereceğini belirterek, ‘bu, ülkemiz için güzel bir gün. ABD Anayasası ve Bağımsızlık Bildirgesi’nin temelini oluşturan Magna Carta’nın ABD’de bulunan son kopyasının Amerikan milli arşivlerinde sergilenmeye devam etmesi için elimden geleni yaptım’ dedi.

İnsan haklarının İngiliz hukukuna girmesini sağlayan belge olarak son derece büyük tarihi önem taşıyan bu tarihsel metin bizim olsa fena mı olurdu?

İnsanlığın bir parçası olduğumuzu...

Evrensel hukukun takipçisi bulunduğumuzu...

Hem kendimize hem de dünyaya sembolik bir biçimde de olsa gösterirdik.

Ne yapalım...

Belki de böyle şeyler için daha zaman erkendir bizim için.


23.12.2007

Thursday, December 20, 2007

Psikolojik savaşta propaganda

http://www.haber7.com/artikel.php?artikel_id=140688



Psikolojik savaşta propaganda

19 Aralık 2007



Psikolojik savaşta propaganda

NEVZAT TARHAN

ntarhan@gmail.com

Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Her gün hepimizin pek çok açıdan propagandaya maruz kaldığımız artık biliniyor. Çağımızın son 20 yılında tanık olduğumuz olaylara dikkatle baktığımız zaman bugün ne gibi propagandalara maruz kaldığımızı anlamamız zor olmayacaktır. İletişim imkânlarının alabildiğine arttığı, “at izi” ile “it izi”nin karıştığı günümüzde bunları bilmek kişinin kendisine “psikolojik duvar” örerek koruması için artık zaruret halini almaya başlamıştır.

Psikolojik savaşın propaganda çeşitlerinden biri kara propagandadır. Psikolojik savaşta propaganda çok önemli bir yer tutar. Kara propaganda da kaynak belirlidir ama başka kaynaklardan çıkıyor gibi gösterilir. Kara propaganda yönteminde hile vardır. Entrika, yalan, iftira, fitne, sinsilik ve sahte delil serbesttir. Gizlilik esastır.

Düşmanlık duygularının attırılması

Kara propaganda da gerçekleri değiştirmek, inançları sarsmak ve kamu efkârını karıştırmak amaçlar. Kaynağı belli olmamalıdır, anlaşıldığı zaman, tesiri olmaz, geri teper ve düşmanlık duygularının artmasına neden olur.

Kara propagandanın malzemesi yalan ve iftira, bozgun, çıkarcı her türlü yoldur. Sahte delil vardır. Bunun için, var olmayan her şeyi var gibi gösterir.

Yalan, gerçekmiş gibi inandırıcı bir şekilde ortaya atılır. Kara propaganda da nifak, ortalığa sokup karıştırmak için çok kullanılan bir yöntemdir.

Kara propaganda da kaynak daima gizlidir. Her ne sebeple olursa olsun kaynak ortaya çıktığında her türlü sorumluluk reddedilecek şekilde önceden hazırlıklı olunur.

Kaynak gizli kaldıkça; yalanlar, rivayetler, şayialar, dedikodular verimli sonuçlar verir.

Amacı, muhatapların ruhi çöküntüye götürülmesidir. Bu yöntemi uygulayanlar hiçbir ahlâkî ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Akla gelebilecek her şeyi hedef olarak ele alırlar.

Çıkara hizmet eden her şey…

Kara propaganda da her şey kullanılabilecek bir malzemedir, yeter ki bu malzeme istenen çıkara hizmet etsin. Kitaplarda bu faaliyetin, amacı temiz, yöntemi pis olan bir propaganda tekniği olarak geçmesi uluslararası bir tartışma konusudur. Psikolojik savaşla ilgili askerî yönetmeliklerde bu propagandanın bir yöntem olarak tanımlanması, acaba ne derece insanî ve ahlâkîdir? Düşman olan kadın, kız ve çocuklara insanlık dışı muamele yapmakla, onları birbirine düşürtüp öldürtmek, aralarında fitne çıkarmak arasındaki ince sınır nasıl çizilecektir? Kötülük tuğlaları ile örülmüş olan zafer kalesi ne kadar yaşayabilir ki?

Abdülhamit ve psikolojik savaş

Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülhamit, psikolojik savaş yöntemlerini bilen ve kullanan birisiydi. Balkan savaşı sonrasında kendisiyle yapılan bir görüşmede İttihatçılara hitaben psikolojik savaşı nasıl kullandığını şöyle anlatır:

“Ben Balkanlarda kiliseler arası kavgayı halletmedim. Bunu birleşip bize saldırmasınlar düşüncesi ile bilerek yaptım. Sizin (İttihatçıların) bu ihtilafı çözmeniz yanlıştı.”

Kötülemek amacı ile yapılacak propaganda için propagandacı, karşı tarafın olumsuz bir tarafını bulur. Eğer kötü bir yan bulamazsa uydurur. Propagandacı sürekli uydurma konular icat eder ve bunu sürekli gündemde tutarak işlemeye çalışır.

İnsanları kaygılı hale getirmek

Kara propaganda da ana amaç, yerleşmiş bir inancı yıkmaktır. Halkı kendi içinden çıkardığı liderlerden soğutmak, ordu ve devlete karşı var olan güveni sarsmak, sosyal ve ekonomik dayanışmayı yıkmak ister. İnsanları şüpheli, kaygılı, mutsuz ve zihni karışıklık içerisinde tutmak arzusundadır.

Her türlü zaaf kullanılır

İnsan ve toplumun her yönü, her safhası propaganda malzemesi olarak seçilir. Her türlü noksanlık kara propaganda için birer malzemedir ve burası bir hareket noktasını oluşturur.

Kara propaganda için kişilik zaafları çok önemlidir. Alkol, uyuşturucu, kadın düşkünlüğü, siyasî hırs, particilik, bencillik ve megalomanik özellikler hareket noktası olabilir. Osmanlının son dönemlerinde İttihatçıların dinde lakayt tavırları, Arap toplumunun hilafete olan itaatlerini kırmak için, İngiliz ve Fransızlarca usta bir biçimde kullanılmıştı.

Zeki idareciler dikkatli olmalı

Bazen zeki yöneticiler bu tarz amaçlarla kullanılırlar. Zeki, akıllı ve başarılı yöneticiler övgü ile şişirilirler. Eğer bu yöneticilerin narsisist ruh yapıları varsa, övgü ve itibarı kaybetmemek için kendilerini övenlere sürekli hizmet etmek zorunda oldukları duygularını taşırlar. Bu özellikleri, kendileri farkına varmasalar bile, kara propagandacılar tarafından kullanılarak propagandacılar istediklerini kolaylıkla yaptırabilirler.

Kara propagandanın imkânları

1.Kaynağı gizli olduğu için, muhatabın karşı propagandasının tesiri az olur.

2.Muhatabın anavatanı içinde cephe gerilerinde faaliyet göstermeleri nedeniyle işgal sonrası için zemin hazırlar.

3.Korku duygusu uyandırarak insanlarda bulunan direnme gücünü kırarlar. Böylece insanlara sığınacak güç arama ihtiyacı hissettirirler.

4.Karşıtlarının kendi içlerinde hain elemanların bulunduğu hissini uyandırırlar. Bu nedenle muhataplarında moral çöküntüsü oluşur ve güvensizlik artışı ile durum sonuçlanır.

Kara propagandanın riskleri

1.Propagandanın hazırlanması ve uygulanması özel bir dikkat ister.

2.Gizliliğin ve emniyetin çok önemli olması nedeniyle faaliyeti sınırlıdır.

3.Açık bir çaba ile yürütülmesi zordur.

4.Halkına karşı açık, dürüst ve saydam olan liderlere yöneltildiğinde geri tepen bir silah olur. Halkın lidere, idarecilere olan sevgisini daha çok arttırıcı sonuçlar doğurabilir.

5.İletişimin kolay ve uygun olduğu günümüzde, gizlilik emniyeti güçlükle sağlanabilir.

Propagandanın, muhatabı güçlendirici yanıyla mağdur ve mazlum görünümü birleşirse, çevresindeki insanlara kenetleyici etki yapması mümkündür. Düşman liderin bitirilmesi hesap edilirken tamamen tersi bir sonuçlanabilir.

Monday, December 17, 2007

Yargı, devlet ve insan

http://www.sabah.com.tr/2007/12/10/haber,A4EB5E094D8F43A99AB63943E6FD018C.html

Nazlı Ilıcak , Sabah , 10.12.2007

NAZLI ILICAK

Yargı, devlet ve insan

Yargı bağımsızlığının tartışıldığı bu günlerde, TESEV'in "Yargıda algı ve zihniyet kalıpları" başlıklı araştırmasına göz atmakta yarar var. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Mithat Sancar'ın başkanlığında gerçekleştirilen bu araştırmadan, hâkim ve savcıların, "adalet" ve "devletin çıkarı" veya "demokrasi" ile "devletin güvenliği" arasında bir karşıtlık doğarsa, devletin çıkarlarının korunması gerektiğine inandıkları anlaşılıyor.
İşte bazı ifadeler: "Önce devlet gelir", "Devlet olmazsa, hukuk olmaz, biz de olmayız", "Devletimizin güvenliği hususunda azami özeni, dikkati göstermek zorundayız", "Ben cumhuriyet savcısı olarak devleti ve rejimi korumam gerek. Siz benim devletime, milletime saldırırsanız, demokrasiyi göz ardı ederim.", "Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem", "Devletim olmadıktan sonra, bireysel özgürlüğüm hiçb ir işe yaramaz.", "Biz görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz", "Ben cumhuriyet savcısıyım, cumhuriyeti korumak, kollamak benim görevim."
Yargıda, insanı ve birey haklarını öne çıkaran bir zihniyet değişikliği yapmak gerekiyor. Tayyip Erdoğan, sık sık, Şeyh Edibali'nin Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi'ye bir nasihatinden söz eder: "İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın."
Avrupa'da insan haklarının olmadığı bir çağda, Bala Hatun'un babası Şeyh Edibali'nin bu cümleyi sarf ettiği söylenir. Zaman içinde, dengeleri tam tersine çevirmişiz ve "Devleti yaşat ki, insan yaşasın" noktasına gelmişiz. Şemdinli'de bir kitabevindeki patlama, Hrant Dink cinayeti, Malatya'da misyonerlerin öldürülmesi, "Devleti koruma içgüdüsünün" hangi tehlikeli noktalara ulaşabileceğini gösteriyor.

Sunday, December 16, 2007

Guguk bağımsızlığı ve Şemdinli davası

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=625886


Mustafa Şentop , Zaman , 17 Aralık 2007, Pazartesi


[Yorum - Doç. Dr. Mustafa Şentop] Yargı bağımsızlığı ve Şemdinli davası


Uzun bir aradan sonra Şemdinli davası ülke gündemindeki yerine tekrar oturdu. Devam eden bir ceza davası olması hasebiyle değerlendirmelerin önemli bir kısmını mahfuz tutarak birkaç noktaya işaret etmek istiyorum.


Bilindiği üzere, 9 Kasım 2005 tarihinde Şemdinli'de meydana gelen olaylarla ilgili olarak Van Cumhuriyet Başsavcılığı bir tahkikat yapmış, akabinde uzunca bir iddianame ile Van Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açmıştı. İddianamenin mahkemeye verilmesinden hemen sonra kamuoyu konuyu tartışmaya başlamış, iddianame metninde yer alan o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı, şimdi Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt'la ilgili değerlendirmeler yankı bulmuştu. İddianamenin ana fikri, Şemdinli'de gerçekleşen olayın bir adi vakıa olmadığı, bölgede zaman içinde oluşan hukuk-dışı örgütlü oluşumlarla alakalı bulunduğu, hukuki olarak da meselenin bu çerçevede ele alınması gerektiği şeklindeydi.

İddianame Ağır Ceza Mahkemesi'ne verildikten sonra, metni hazırlayan savcı aleyhinde değerlendirme ve ithamlarla karşılaşılmış, davanın savcısı, dava devam ederken yazdığı iddianame sebebiyle soruşturmaya tabi tutulmuş, neticede meslekten çıkartılmıştı. Hukuk tarihimizin fevkalade dikkate değer bu olayı yeterli derecede tartışılmamıştır. Bu olay, başlı başına, Türkiye'de yargı bağımsızlığı konusunu açıklığa kavuşturacak niteliktedir. Ülkemizde yargı bağımsızlığı, her zaman, sadece yargının siyasi iktidardan bağımsızlığı olarak ele alınmaktadır. Hatta, bu tezlere bakarsanız, adalet bakanı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi olmasa ülkemizde yargı tam bağımsız olacaktır. Yargının siyasi iktidardan bağımsız olmasının gerekliliğine inanan bir kişi olarak, ülkemizde yargı üzerinde etkili olan güçler arasında siyasi iktidarın ilk sıralarda yer almadığı kanaatini taşımaktayım. Burada yargı bağımsızlığı bakımından ibretlik bir olayı tekrar hatırlamamız gerekir. 28 Şubat akabinde yargı mensuplarının askerler tarafından verilecek brifinge gidip gitmeyecekleri tartışılırken, zamanın adalet bakanı bir genelge yayınlayarak hakim ve savcıların brifinge gitmelerinin doğru olmadığını ifade etmişti. Ancak adalet bakanının bu genelgesi hiçbir hakim veya savcı tarafından dikkate alınmamıştır. Demek ki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu başkanı olan adalet bakanı yargı üzerinde herhangi bir tesir gücüne malik değilmiş. Şemdinli olayı ile ilgili iddianameyi kaleme alan savcının meslekten ihracına yol açan eylemi, iddianamede zamanın Kara Kuvvetleri komutanıyla ilgili yazdıklarıydı. Yazılanlar arasında Sayın Büyükanıt'ın savcılık tahkikatı devam ederken dile getirdiği bazı ifadelerin, "adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs" olduğu dile getirilmekteydi. Burada söz konusu edilen ifadeleri herkes hatırlayacaktır. Böyle, tek bir sözle yargılama etkilenebilir mi, diye düşünenler olabilir. Ama iddianamenin kamuoyuna yansımasından sonra yaşananlar, yargıyı etkileme meselesine yeni perspektifler getirmiştir. Nihayetinde savcı meslekten ihraç edilmiştir. Yargı bağımsızlığı üzerinde siyasi etkiden çok bürokratik etkilerin bulunduğu gerçeği üzerinde yeniden düşünmek gerekir.

Açılış konuşmaları yerine samimiyet testi

Davanın açıldığı sırada dile getirip sormuştuk; yeni ceza yargılaması usulünde mahkemelerin iddianameyi geri çevirme yetkisi vardır, Van Ağır Ceza Mahkemesi savcının suçlanmasına sebep olan iddianameyi kabul ederse, yargıçlar hakkında da soruşturma açılacak mı?

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, meslekten ihraç edilen savcının iddianamesini kabul etmekle kalmamış, iddianamenin oturtulmuş olduğu ana fikri de benimseyerek, 19 Haziran 2006 tarihinde, sanıklar hakkında "adam öldürmek, çete kurmak ve adam öldürmeye teşebbüs'' suçlarından 39 yılı aşan hapis cezası vermişti. Temyiz edildikten sonra Yargıtay 9'uncu Ceza Dairesi, bu kararı "eksik soruşturma" gerekçesiyle bozdu ve davanın askerî mahkemede görülmesi gerektiğini belirtti.

Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay'ın "bozma" kararına uydu, ancak görevsizlik kararı vermedi. Yargıtay'ın bozma sebebi olarak gösterdiği eksiklikleri tamamlama yolunu tercih etti. Bunun üzerine, sanıkların şikâyeti ile yargıçlar hakkında da soruşturma açıldı. Bu sırada denk gelen olağan atama döneminde, davaya bakan Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi ile ara kararları için itiraz mercii olan 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nin başkan ve üyelerinin tamamına yakını başka illere tayin edildi, yerlerine yeni üyeler atandı. Yeni atanan yargıçlar önlerine tekrar gelen davada Yargıtay kararının görevsizlikle ilgili kısmına da uyarak, sanıkların tutukluluk halinin devamına ve dosyayı askerî mahkemeye göndermeye karar verdi. Yargıtay da bu kararı onadı. Böylece iki yıldan fazla bir zaman tartışmalarla devam eden Şemdinli davası Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesi'nde görülmeye başlandı. Bu mahkemede gerçekleştirilen ilk duruşmada, daha önce Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi'nce 40 yıla yakın hapis cezasıyla cezalandırılan sanıkların tutuksuz olarak yargılanmalarına ve tahliyelerine karar verildi.

Davanın işleyişi ile ilgili herhangi bir yorum yapmak bu aşamada doğru olmayacaktır. Ancak sürecin kendisi, özellikle yargı mercileri arasında anlaşılması ve açıklanması çok zor derin görüş ayrılıkları Türkiye'nin dikkatini bu davaya çekmelidir. Türkiye'de, yargıçlar ve yüksek yargı bürokrasisi de dahil olmak üzere herkes, her olay karşısında samimiyetle ve mutlak olarak benimsemedikçe, yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesi çözülemeyecektir. Yargı bağımsızlığı konusundaki samimiyet, soyut beyanlarla, açılış nutuklarıyla değil, somut olaylar karşısındaki tutumlarla ortaya çıkmaktadır. Şemdinli davası yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesini bütün boyutlarıyla bir daha gündemimize getirmiştir.


17 Aralık 2007, Pazartesi

Saturday, December 15, 2007

Mahkemelerde ne oluyor ?

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=241729&tarih=16/12/2007

Murat Belge , Radikal , 16/12/2007


Mahkemelerde ne oluyor ?
Murat Belge

Murat Belge


16/12/2007

Memlekette bayağı tuhaf bir ortam oluştu. Şemdinli davasının gidişatı bu olanları en iyi özetleyen süreç denebilir. Önceki günkü tahliye kararıyla birlikte, süreç, şahikasına erişmiş oldu. Durumu öylesine iyi özetliyor ki, işin içine 'yorum' anlamına gelecek tek bir kelime katmadan, en renksiz ve nötr haber diliyle olguları arka arkaya dizip anlatın, ortaya olağanüstü bir hikâye çıkıyor. Kitapçıda bomba, ölen adam, bagajdaki malzeme, sokaktaki halkın gerçekleştirdiği 'cürm-ü meşhut', Kara Kuvvetleri Komutanı'nın yakalanan astsubay hakkındaki sözleri, Van savcısının iddianamesi, savcıya işten el çektirilmesi, bombalı astsubaylara mahkemenin biçtiği 39 yıllık cezanın Yargıtay'da bozulması ve davanın askeri mahkemeye havale edilmesi, ilk duruşmada tahliye...
Burada öyle makyaj, kamuflaj, ambalaj gibi şeylere gerek duyulmadan, harbi bir gidiş yaşandı, yaşanıyor. Ama başka davalarda o '-aj'la bitenler, 'sabotaj' da eklenerek, bolca gözlemleniyor. Trabzon'da Santoro olayı iyice küllendirildi, şimdiye kadar; zaten ilk olduğu için üstünün örtülmesi de görece kolay olmuştu. Ama Hrant cinayeti ve Malatya cinayeti davaları devam ediyor ve devam ettikçe 'hukuk-güvenlik cinayeti'ne dönüşüyor. Malatya'da video kayıtlarının silinmesi gibi akıl almaz durumlarla karşılaşıyoruz, 'Bu nasıl olmuş?' derken sildiren kişinin zaten azmettiren kişi olması ihtimali ortaya çıkıyor. Bütün bu 'silintiler'e rağmen, baş sanığın 'Adamları ekmek bıçağıyla hatır hutur kestim' dediğinin kaydı ortaya çıkıyor. Dink davasında da, Malatya davasında da, bizzat devlet görevlilerinin 'delil karartma' çabaları belli oluyor. Ortada 'kamuflaj' olduğu belli. Ama bu olduğu için, onun arkasında gizli kalanın ne olduğunu çok iyi anlayamıyoruz. Böylece bunların da iki kelimeyi bir araya getirmekten aciz tetikçilerle sınırlı kalacağı, 'buzdağı'nın su altındaki kısmının ilelebet su altında kalacağı anlaşılıyor. 1 Mayıs gibi, Ecevit'e suikast girişimleri ve girişim istihbaratları gibi, yüzlerce 'faili meçhul' cinayet gibi.
'Mahkeme' denince, söylenecek çok şey var. Türkiye'de bazı olaylar için 'Bu iş karakolda biter' diye bir deyim kullanırız. Bu çok doğru değildir. Arada bir, Nijeryalı Festus gibi, 'karakolda' bitirmeyi başardığımız olaylar vardır, ama karakola düşen olayların birçoğu oradan da mahkemeye 'intikal' eder. Bu gene böyle ve yukarıda anlattıklarımın yanı sıra, örneğin Agos'u ve yazıişleri sorumlusunu 301'den mahkûm eden mahkeme kararı gibi, insana 'Bu ülkede mahkemelerde ne oluyor' sorusunu çok ciddi bir şekilde sorduracak uygulamalarla karşılaşıyoruz.
Temmuz seçimlerinden önce olmuş bazı şeylerin, şimdi, seçim sonrasında girdiğimiz (ve ne menem bir şey olduğunu pek açık seçik göremediğimiz) yeni dönemde derlenip toparlanması gibi görünüyor bana, bu değindiğim olaylar. Seçim öncesinde bu iktidarı bir şekilde defleyip bu toplumu kendi tarihi içinde hapsetme yolunda, gün geçtikçe gözünü karartan bir gayriresmi seferberlik vardı. Bu uğurda çok cüretkâr işlere girişildi, ama istenen, beklenen şey de gerçekleşmedi.
Şimdi, o paldır küldür girişilmiş ve bir sürü beceriksizlikle, kafa göz yara yara yürütülmüş işlerin örtülmesi, kapatılması, başka yerlere kıvılcım sıçratabilecek korların söndürülmesi gerekiyor.
Bunlar da, 'mahkemede bitecek işler' kategorisine giriyor. Türk hukukunun geleneksel 'devleti koruma' içgüdüsü, bu koşullarda, bu noktalara geldi.

Thursday, December 13, 2007

Nur Serter vakası

http://www.haber7.com/haber.php?haber_id=286575

Haber7 , 13.12.2007


Eski CHP'li Moğultay'dan tarihi itiraf



Mehmet Moğultay, Adalet Bakanlığı döneminde, "5 bin kişilik kadroyu örgütlerime vermeseydim de MHP'ye mi verseydim" sözlerini dedi mi demedi mi? İşte aynıtı:

13 Aralık 2007 16:15

Eski CHP'li Moğultay'dan tarihi itiraf

Moğultay, geçmişte bir SHP Kongresinde dile getirdiği "5 bin kişilik kadroları örgütlere vermeyip, kendimize vermeyip MHP’ye mi bıraksaydım” vaadinin esasen suç teşkil ettiğini, bu suçu işlemesinin mümkün olmadığını dile getirdi.

Cafesiyaset, konuyu "Can Dündar Moğultay'a bu soruyu sorabilecek mi?" şeklinde gündeme taşımıştı..


Moğultay, önceki akşam NTV'de NEDEN programında, Can Dündar'ın sorularını cevaplarken 'o sözlerine' ilişkin şunları dile getirdi.

"Can Dündar: Bu çare ne olabilir, ikinci turda onu da rica edeceğiz sizden. Sayın Moğultay’a döneyim. Başbakanı biraz önce dinledik, onu hemen sorayım. “5 bin kişilik kadroları örgütlere vermeyip, kendi vermeyip Mhp’ye mi bıraksaydım” sözünüze atıf yaptı. Önce onu sorayım.

Mehmet Moğultay: Efendim o parti kongresinde söylenmiş bir sözdür. Dolayısıyla ben onu ciddiye almıyorum. Sayın başbakanın ....

Can Dündar: Sayın başbakanın sözü.

Mehmet Moğultay: O sözümün arkasındayım da onu bir parti kongresinde delegelerin tahrikleri sonucunda söyledim. Benim böyle bir şansım yok, esasen yok.

Can Dündar: Yapmadınız ama söylediniz öyle mi?

Mehmet Moğultay: İstanbul kongresinde söyledim böyle bir şeyi ama böyle bir şansım yok ki, bu mahal bir suç, bu suçu işleme şansım yok. Aslında orada konuşulan konu, infaz koruma memurları ve zabıt katiplerine ilişkindir. Bunların sınavlarını ben yapmıyorum ki, onların sınavlarını adalet komisyonları yapıyor. Adalet komisyonlarını ben tayin etmiyorum. Adalet komisyonlarını hakimler savcılar yüksek kurulu tayin ediyor. Benim zamanımda barosuz değiştirilmiş adalet komisyonu üyeleri de yok. İstanbul kongresinde, o tarihe rastlamıştı sınavlar ....

Can Dündar: Yani böyle bir şey yok aslında ama kongrenizde öyle varmış gibi söylediniz.

Mehmet Moğultay: Şimdi ben sayın Şahin’in sözlerine yanıt vermek istiyorum.

Can Dündar: Buyrun.

Mehmet Moğultay: Şimdi benim zamanımda da hakimler mesleğe kabullerini hakimler savcılar yüksek kurulu karar veriyordu. Evvela bir yazılı mülakat yapılıyordu, bu bakanlık nezdinde yapılıyordu. Sonra mülakat yapılıyordu. Yani yazılı ve mülakat yapılıyordu ama biz 1995 yılında mesleğe bir kısım avukatları aldık. O zaman hatırlarsanız bir avukatlık kanunu çıktı. Bu avukatlık kanunu gereği 5 yılını dolduranlarla ilgili olarak bir yazılı sınav yapmadık, sadece mülakat yapıldı. Bu mülakatı da hakimler savcılar yüksek kurulu yaptı. Benim bundan haberim bile yoktur yani. Şimdi bu niye bu kadar toplumun gündemine taşındı?

Aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yargı konusunda 4 temel politikasından kaynaklanmış bir anayasa taslağı var ya ortada henüz göremediğimiz, resmen göremediğimiz bir anayasa taslağında burada anayasa mahkemesinin yapısı değiştiriliyor. Kaygılardan birisi bu. İkincisi, yargıtayın yapısı değiştiriliyor, üçüncüsü hakimler savcılar yüksek kurulunun yapısı değiştiriliyor, dördüncüsü de istinah mahkemeleri kurularak yargı teşkilatını ele geçirmek gibi bir iddiası var Adalet ve Kalkınma Partisi’nin.

Bunları kısmen anayasa değişiklikleriyle, kısmen kanun değişiklikleriyle yapmaya çalışıyor. Şimdi 2802 sayılı yasanın 5270 sayılı yasayla değiştirilmesi yani avukatların mesleğe alınmasına ilişkin düzenleme aslında bana göre ortada henüz devam eden bir durum varken ne yargıtayın, ne danıştayın, ne hakimler savcılar yüksek kurulunun, ne Türkiye Barolar Birliği’nin yani daha doğrusu soysal tarafların görüşü alınmadan bir kanun teklifi şeklinde meclise gelmesinden kaynaklanıyor. Yani bir nevi yangından mal kaçırırcasına çok acele yaptılar. Çünkü bunun belli bir tarihe kadar yapılması gerekiyordu, o tarihi buldular denk getirdiler. Aslında yapılmaması gerekiyordu, yani kanun böyle hazırlanmaz.

Şimdi biraz önce sayın Oltan Sungurlu’nun bahsettiği gibi toplumu germeye gerek yok, toplumla uzlaşarak, sosyal taraflarla görüşerek kanun çıkarılır. Şimdi asıl burada önemli olan hakimler savcılar yüksek kurulunun anayasanın 159.ncu maddesinde diyor ki; mahkemelerden bağımsızdır ve hakim teminatı üzerine görev yapar. Şimdi anayasamızda, anayasamızın kuvvetler ayrılığı bölümünde sayıyor şimdi diyor ki anayasamızın birinci bölümünde yani genel esaslar bölümünde devlet egemenliği .... kullanıyor. Yasama, yürütme ve yargı. Devlet hakkını bu alanda kullanıyor. Çünkü Türkiye demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti. Şimdi bu egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre belirler diyor. Şimdi yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin elinde.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Akp’nin ekseriyeti var. Yürütme bakanlar kurulu eliyle ve cumhurbaşkanı marifetiyle kullanılır. Yargı ise Türk milleti adına bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır. Şimdi hakimler savcılar yüksek kuruluna yapılması gereken değişiklik de Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne üye seçilmesi düşünülüyor. Anayasa değişikliği taslağı burada, elime geçti benim. Bakın burada diyor ki; hakimler ve savcılar yüksek kurulu 17 asil, 4 yedek üyeden oluşur. Adalet bakanlığı müsteşarı kurulun tabi üyesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi 5 kişiyi seçiyor. Şimdi böyle bir düzenleme yarı başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa’da vardı. 1993’te anayasada bir değişiklik yapıldı, cumhurbaşkanının bu yetkisi ortadan kaldırıldı.

Dolayısıyla yargı bağımsızsa yargı bağımsızlığını korumanın yolu yargının kendi iç işini kendisinin halletmesidir. Ben hakimler ve savcılar yüksek kurulunun yapısının şöyle oluşmasını istiyorum; birincisi, şu anda hakimler savcılar yüksek kurulu 3 kişi yargıtaydan, 2’si danıştaydan olmak üzere adalet bakanı ve müsteşar 7 kişiden oluşuyor. Bu rakamın şöyle olmasını istiyorum; bir sefer müsteşar bu kurulun üyesi olmamalı. Adalet bakanı olabilir, adalet bakanının olması da yasama, yargı, yürütme arasındaki uyumu sağlaması bakımından olabilir. Adalet bakanı oy kullanmayabilir. Bana göre hakimler savcılar yüksek kurulu ikiye ayrılmalı. Adli yargı hakimler savcılar yüksek kurulu, idari yargı diye ikiye ayrılmalı.

Can Dündar: İsterseniz bunu çözümler bölümünde zaten önerinizi rica edeceğim.

Mehmet Moğultay: Olur efendim, olur.

Can Dündar: Ama anladığım kadarıyla siz bu yaklaşımı yani geçmişteki benzer örneklere rağmen bugün olmasını biraz bu siyasallaşma iddiasına hak vermenize bağlıyorsunuz.

Mehmet Moğultay: Yani sosyal taraflarla görüşülerek bu düzenlemeler yapılsaydı veya bu bir kanun teklifi olarak getirilseydi, kanun tasarısı olarak getirilseydi bu ihtilafların pek çoğu olmayabilirdi. Bu tartışmalar da olmayabilirdi, çünkü çok alel acele getirildi. Bir milletvekilinin teklifi üzerine meclise getirildi ve bu sıkıntılar yaşandı. Yaşanmayabilirdi bu sıkıntılar."

(cafesiyaset)

---------------------------------------------------

‘İçimdeki ahlak yasası’

http://www.stargazete.com.tr/index.asp?haberID=133076

Sami Selçuk , Star , 10.12.2007

‘İçimdeki ahlak yasası’

Kant’a (1724-1804) göre, evrende değer üreten, özgürlüğünü iyi iradeyle yaşayabilen, bir amaç ortaya koyabilen biricik canlı, insandır. O nedenle ahlak da, hukuk da ortaya amaç koyabilen insanın ürünleridir.

İnsan aklı iradeyi yönlendirir; davranışlar arasında seçim yapar. İrade aklın dışında olduğu zaman insan seçim yapma gücünü yitirir.

Özetle seçim, aklın ürünü olduğu sürece insan iradesi özgürdür.

Böylelikle Kant, ahlak bilimini felsefenin bir parçası yapar ve evrensel boyutta iyi niyet yörüngesine oturtur. Aklın işlevi, bir araç olarak değil, bir amaç olarak iyi olana kendiliğinden koşmaktır, ulaşmaktır.

Kısacası Kant, düşünceyi algıya yeğler, duyguyu ödev bilinci düzeyine yükseltir.

Çünkü, ödev bilinci, davranışa ahlaksal değer katan kaynaktır.

Davranıştaki bu ahlaksal değer ölçütü, bencilliği, Makyavelizmi, hazcılığı, yararcılığı, çıkarcılığı ve aklı bunlara ulaşmak için bir araç olarak kullanan çocukça ve bencilce kurnazlığı mahkûm ve reddeder, Kant. Çünkü, Kant’a göre, belli bir sonuca ya da amaca yahut da başarıya ulaşmak için belli davranış(lar)ı benimsemek yetmez. Önemli olan, davranışın, aklın evrensel yasasına uymasıdır.

Bu yasa, kökenini insanın içinde/vicdanında bulan kutsal bir sestir, Kant’a göre. Bu yüzden akıl, eğer mutluluk, haz ve yarar/çıkar gibi değişkenlerle iradeyi yönlendirir ve davranışı belirlerse, ahlaksal değerini yitirmiş, ahlakın dışına taşmış olur.

Ahlakın dışında kalan gerçekler, görelidir, değişkendir. Sözgelimi, bir köye gitmek için kara yolu varsa, demir yolu yapma zorunluluğu duyulmayabilir. Akıl, bu ‘ teknik buyruğu’ verebilir, kolaylıkla. Bunun ahlakla ilgisi yoktur.

Bir de erişilmek istenen amaca bir araç olarak bir başka şeyi buyuran ‘ koşullu olan/kesin olmayan buyruk’ vardır . Sözgelimi, ‘sınavı başarmak istiyorsan, çalışmalısın’ buyruğu gibi. Böylece ortaya, bir başka şeye bağımlı olan ‘eğerli’ bir buyruk çıkar. Elbette bu buyruğa uyulması zorunlu değildir. Zira, koşullu olan/kesin olmayan buyruk, ahlaksal değer ve düzey açısından yalnızca bir öğütten ibarettir. O kadar.

Buna karşılık, Kant’a göre bir de ‘kesin/koşulsuz buyruk’ vardır. Matematik kadar değişmez gerçekliği, öncelliği (a priori) ve evrenselliği olan, hiçbir ayrık kural tanımayan ahlaksal zorunluluk yasasının buyruğu.

Bu buyruğun özüne, ahlak ve hukuktaki yansımalarına bir başka yazımda değineceğim.

Kant’ın özetlemeye çabaladığım bu ülkücü ahlak görüşü, hiç kuşkusuz bütün zamanlar için geçerlidir: ‘Her davranışınızda, kendinizde ve başkalarında olan insanlığı amaç edinin, onu asla araç kılmayın ‘.

Buradan yola çıkan Kant, ahlakın, hukukun yasalarını, ilkelerini kotarır.

Gerçekten hiçbir düşünür, ahlaka, hukuka Kant gibi yaklaşmamıştır.

O, ‘ ahlaksal akıl ve zorunluluk’ ile kesin/koşulsuz buyruk’ kavramlarından yola çıkar, Ulpianus’tan esinlenir, üç değişmez ödeve değinir: ‘Onurlu yaşa (honeste vive), yani ilişkilerde kendini araç kılma, amaç ol, değerini koru. Kimseye zarar verme (neminem laede). Çok açık değil mi? Herkese hakkını ver (suum cuique tribue). Bu da çok açık.

‘Pratik Aklın Eleştiri’sinde, şöyle demişti, Kant: ‘İnsan ruhunu sürekli olarak hayranlık ve saygıyla dolduran iki şey vardır: Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü, içimdeki/vicdanımdaki ahlak yasası’.

Kant’ın yaşamını ve felsefesini özetleyen bu son cümle, mezar taşına yazıldı.

Herkes bir kez daha okusun ve sonsuza dek düşünsün diye.

Not: Geçen haftaki yazımda Kant’ın doğum tarihi, 1724 yerine 1794 olarak çıkmıştır. Aynı yazıda 1789 Fransız Devriminin gerçekleştiği gün Kant’ın evinden çıkmadığı ve günlük yürüyüşünü yapmadığı da belirtilmiştir. 1789’da evinden çıkmayan birinin 1794’te doğması elbette doğa yasalarına aykırıdır. Ancak ben, bu maddi yanılgı nedeniyle yine de özür diler ve duyarlılıklarından dolayı okurlarıma teşekkür ederim. S. Selçuk


10.12.2007





-------------------------------------------

Hukuk mukuk dinlemeyen’ hakimler

Musrafa Erdoğan , Star , 13.12.2007

‘Hukuk mukuk dinlemeyen’ hakimler

T
ESEV’in ‘ Demokratikleşme Programı’ çerçevesinde Prof. Dr. Mithat Sancar’ın gerçekleştirdiği yargıyla ilgili araştırmanın herkesi, ama özellikle de yöneticilerimizi alarma geçirmesi gerekiyor. Bu araştırmanın bulgularına dayanan ‘ Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları’ başlıklı değerlendirme raporunda hakim ve savcılarımız hakkında hepimizi kara kara düşüdürecek bilgiler var.




Bu araştırmanın ortaya çıkardığı en temel ve vahim gerçek, hakim ve savcılarımızın çoğunun ‘ adalet dağıtma’yı kendi asli işlevleri olarak görmedikleridir. Çünkü bu ‘ devletçi hukukçular’ kendilerini ‘ devletin çıkarları’nın bekçisi olarak görüyorlar. O kadar ki, bunlar arasında, gerektiğinde ‘ hukuk mukuk dinlemem’ diyebilenler gibi, insan haklarını ‘ devlet güvenliği’ne feda etmeye hazır olanlar da var.

Yine bulgular gösteriyor ki, bizim hakim ve savcılarımız, ‘devletin güvenliği ‘ uğruna sadece adaleti değil demokrasiyi de harcamaya istekliler. Bunlardan bir tanesi ‘ ben devletçi hukukçuyum’ diyormuş. Evet, ‘ devletçi hukukçu’ların demokrasi diye bir kaygıları olmaması anlaşılır bir şey, ama hiç değilse adalet için böyle olmaması gerekmez mi?

Belki garip gelebilir ama sahiden de ‘ devletçi hukukçu’ olur. Hukukta devletçilik dendiğinde başlıca iki şey akla gelir. Birincisi, hukuku munhasıran devletin vaz ettiği normlardan ibaret gören ‘ hukuki pozitivizm’dir. Bu doktrin hem pozitif hukukta ifadesini bulmuş olmayan ‘ ilkeler’i, hem de resmen vaz edilmiş olmayan kuralları gözardı eder.

Ama bu anlamda devletçilik, hiç değilse ‘ yasallık’la ve yasaların belirlediği çerçeve içindeki ‘ adalet’le bağdaşır. Demek istediğim, bizim hakim ve savcilarımızın devletçi hukukçuluğu bu anlayışın da gerisindedir. Çünkü, bunlar ‘ devletin çıkarları’ veya ‘ devletin güvenliği’ derken, yasalar sistemimize zaten nüfuz etmiş olan devletciliğin de ötesindeki bir şeyleri koruma kaygısıyla hareket ediyorlar. Pozitif yasaları kendi iç mantıkları açısından değil de ‘ devletin çıkarları’ gibi harici unsurların ışığında okuyorlar.

Hukukta devletçiliğin ikinci anlamı, hukuk devletinin en büyük düşmanı olan ‘ hikmet-i hükümet’in hukuku ikinci plana itmesidir. Bu felsefe, hem hukuku -ki onu da bir ‘ yasalar sistemi’inden ibaret görür- devletçi kaygılara bağımlı hale getirir, hem de adaleti başlı başına bir değer olarak görmez. İşte bizimkiler ‘ ben devletçi hukukçuyum’ derken asıl bunu kastediyorlar. Görülüyor ki, öteden beri benim de ısrarla yazıp söylediğim gibi, Türkiye’de adaletle ilgili asıl sorun, yargının -değişen ‘siyasi iktidar ‘lardan önce- devletten bağımsızlığının ve sahici tarafsızlığının sağlanmasıdır.

Bu araştırmanın tek sevindirici tarafı, hakim ve savcılarımız arasında, adaleti, hukuk devletini ve insan haklarını ciddiye alanların da olduğunu göstermesidir. Şükür ki, ‘ benim tek önceliğim adalettir, ben adaletin hakimiyim’ diyen, dahası hakimle ‘ hukuk teknisyeni’ arasındakı ayrımın bilincinde olan hakimlerimiz de var. Mesele, bu zihniyetin bir azınlık tutumu olmaktan çıkıp genelleşmesini sağlamaktır.


13.12.2007





--------------------------------------------------

Tuesday, December 11, 2007

Adliye duvarına işeyen savcıya 301'den dava

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=624014


Zaman , 12 Aralık 2007, Çarşamba

Adliye duvarına bevleden savcıya 301'den dava









Cumhuriyet savcısı A.Ç. 18 Kasım 2005'te gece alkollü ve sarhoş durumdayken iki kişi ile birlikte adliye binasına gitti. Alkolün etkisiyle Adıyaman cumhuriyet başsavcısına, ağır ceza mahkemesi başkanına ve diğer hakim cumhuriyet savcılarına yönelik küfredip adliyenin giriş kapısı tarafındaki ana caddeye bakan bahçesine aleni olarak küçük suyunu dökten savcı A.Ç. hakkındaki ilk soruşturma Şanlıurfa Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yapıldı. Daha sonra dosya Adıyaman Ağır Ceza Mahkemesi'ne gitti. Mahkeme yargılamanın Yargıtay'da yapılması gerektiğine hükmedip görevsizlik kararı verdi. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, dosyayı Şanlıurfa 2. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. Burada dosyayla ilgili görevsizlik kararı verildi. Dosya Yargıtay Ceza Genel Kurulu'na geldi. Genel Kurul'un vereceği karar sonrası, davanın nerede görüleceği kesinlik kazanmış olacak.

Ankara, Anka


12 Aralık 2007, Çarşamba

--------------------------------------

"Yargı sistemi kendi içinde müthiş baskıcı, otoriter, diktatörlüktür" - Oltan Sungurlu (Adalet eski bakanı)

Oltan Sulgurlu (Adalet eski bakanı) , 11.12.2007 , (Canlı Yayın) ,
NTV , CAN DÜNDAR SORUYOR: NEDEN ? :
Yargıyı asıl kendi içindeki baskıdan kurtarmak gerekir.
Yargı sistemi kendi içinde müthiş baskıcı, otoriter, diktatörlüktür.

Başbakana "Kalleş adam, Allahsız" diyeni beraat ettiriyor Yargıtay

Hıncal Uluç , Sabah , 11 Aralık 2007, Salı

Basın özgürlüğü.. Savcılar.. Yargıçlar!..

Arka arkaya iki enfes yazı okudum.. Ali Sami Alkış ve Perihan Mağden, aleyhlerine açılan "Hakaret" davaları ve aldıkları mahkûmiyet kararı üzerine yazıyorlardı, ama aslında bu ülkede basın ve ifade özgürlüğünü sorguluyorlardı..
Kendi başıma gelenleri de yakından biliyorum..
Bu ülkede "İfade Özgürlüğü" sadece lafta kalan bir ilke.. Uygulamada yok.. Resmen var, fiilen yok..
Sebebi, yağmur gibi açılan hakaret davaları ve kararlar..
Acı ama gerçek.. Türkiye'de ifade özgürlüğünün önünde yargı sistemimiz, savcılarımız ve yargıçlarımız var ne yazık ki..
Açıklayayım..
Ağzındaki iki laftan biri "Uyum yasaları.. Avrupa Birliği'ne girmek için önce uyum sağlamak zorundayız" olan ve uyum yasalarını birbiri ardına Meclis'e sevk eden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AB'nin en önemle üzerinde durduğu şeyin İfade ve Basın Özgürlüğü olduğunu bilmez mi?.. Mümkün mü?..
Peki ayni Başbakan'ın bugüne dek açtığı "Hakaret" davalarının sayısı nedir bilir misiniz?.. Resmen sorduk.. Baş basın danışmanı Akif Beki nam zat, ısrarlı, tekrarlı sorularımıza aylardır yanıt vermiyor. Çünkü ortaya çıkacak sayı, Sayın Başbakanın pek de o kadar samimi olmadığını ortaya koyacak..
Düşünün ki, bugün ülkede, dünyanın herhangi bir iktidarı için nimet sayılacak bir medya var. Buna rağmen dava sayısı açıklanmayacak kadar korkunç..
Peki niye açılıyor bu davalar?..
Davayı kabul eden ve müdahil olan savcılar düşünmeli önce..
Yığınla açılan dava bu ülkede kimi korkutur?..
Hıncal'ı korkutmaz.. Kılını bile kıpırdatmaz.. Tazminatım ödenir. Hapis cezası alırsam, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne giderim. Yani ondan da çekinmem.. Gazetem kovarsa, gidecek yerim hazır.
Ama Hıncal'a açılan dava genç gazeteciyi korkutur.. Onun cezası ödenmez, üzerine kalırsa perişan olur. Hatta işten atılabilir.. AİHM'e gidecek gücü de yok.. O zaman çare, yazmamak.. Oto sansür..
Açılan yığınla dava, genç gazeteciyi sansürlerin en kötüsü, en korkuncuna zorlar.. "Bana ne" der, yazmaz, fikirlerini.. İfade etmez..
Açılan yığınla dava Hıncal'ı korkutmaz, ama bezdirebilir.. Allahın günü mahkemelere taşınmak yüzünden işini yapamaz, hayatını yaşayamaz hale gelince "Boş ver" der..
Örnek..
Sistemi Adnan Hocacılar icat etti.. Müridler arasında hukukçular var ya.. Tonla dava açıyorlar, onları eleştirenlere.. 700 tanesinden beraat ediyorsunuz, daha 300 tanesi devam ediyor.. İşte Ebru Şimşek'in başına gelenler.. Kız on yıldır durmadan beraat ettiği davaların peşinde koşuyor.. İşte itiraf ediyorum.. Bu davalardan bıktığım için Adnan Hoca yazmaktan vazgeçtim.. Oysa yazacak neler var..
Peki savcılar, yargıçlar bunu görmüyor, bilmiyorlar mı?.. O zaman niye kabul ediyorlar her başvuruyu.. Niye davayı açıyorlar ve insanı süründürüyorlar, reddetmek varken..
Hukukta esas kasıttır, niyettir..
Davayı açan savcılar, "Hakaret etti" kararına varan yargıçlar acaba "Kasıt" faktörünü ne derece dikkate alıyorlar..
Alan var..
Başbakana "Kalleş adam, Allahsız" diyeni beraat ettiriyor Yargıtay.. Ama benim hem de 40 yıllık arkadaşıma tamamen dostça uyarı, eleştiri babında "Tetikçilik yapma" deyişimi hakaret sayıyor ve mahkûm ediyorlar.. Benim umurumda değil.. Düşüncelerimi yazmaya devam ediyorum. Ama hukuk sistemini silah gibi kullanıp yağmur gibi dava açan arkadaşım, genç yazarları korkutup, kendisini eleştirmelerini önlüyor..
Bu mudur Sayın Savcılar..
Bu mudur Sayın Yargıçlar..
Bu ülkede ifade özgürlüğü, basın hürriyeti bu mudur?..
Bu özgürlük yarın size de lazım olabilir..
En az benim kadar savunmalı, sahiplenmelisiniz İfade Özgürlüğü'nü.. Bu ülkenin genç gazetecilerine Basın Özgürlüğü'nün arkasındaki en sarsılmaz, yıkılmaz ve bükülmez gücün Yargı olduğunu göstermelisiniz ki, özgürce, korkusuzca ifade edebilsinler düşüncelerini.. Korkmasınlar.. Çekinmesinler.. Gelecek endişesine düşmesinler..
Hukukun temeli, "Kasıt"tır!.
Kasıt, Sayın Savcılar.. Davayı niye açıyor adamlar?..
Kasıt, Sayın Yargıçlar.. Yazarın kastı hakaret mi gerçekten?..
Kasıt bulundu mu, İfade Özgürlüğü bayrağı öyle bir çekilir ki göndere, kimse indiremez, bir daha..
..Ve Avrupalı oluruz.. O zaman!.. AB bizi almasa da Avrupalı oluruz, şarklı olmaktan çıkıp..

Friday, December 7, 2007

Biz mi öldürdük?

http://www.bugun.com.tr/haberler/081207/p56935y138.asp

Gülay Göktürk , Bugün , 01.Temmuz.2007

Gülay Göktürk
Tüm yazıları

01.Temmuz.2007

Biz mi öldürdük?

Şöyle düşünün; Oturduğunuz sitenin güvenlik görevlileri aralarında bir çete oluşturuyor, adam kaçırıp fidye istiyor, sonra hem fidyeyi alıp hem de kaçırdıkları adamı öldürüyorlar. Yani başları fena halde belada.

Yargı süreci başlıyor, derken ne oluyorsa oluyor; bazı karanlık işler dönüyor, araya birileri giriyor ve sonuçta güvenlikçiler bu beladan paçalarını sıyırmayı beceriyorlar.

Ama bir bakıyorsunuz günün birinde, mahkemenin biri bu çetenin yaptığı işlerden dolayı site yönetimini tazminat ödemeye mahkum etmiş. Yönetim de bu parayı bütün site sakinlerine bölüştürüp her üyeye "şu kadar tazminat ödeyeceksiniz" diye yazı yolluyor. Böyle bir durumda siz o sitede çıkacak kavgayı düşünebiliyor musunuz? Herhangi bir gücün, site sakinlerine o parayı ödetebileceğini hayal edebiliyor musunuz? Hayatınız boyunca bir kez olsun bir apartman yönetimi toplantısına katılmış iseniz, böyle bir şeyi asla düşünemezsiniz. O site sakinleri, ölür de o tazminatı ödemez...

Ama sitede olamayan şey, koskoca ülkede oluyor ve hiçbirimizin de gıkı çıkmıyor. İşte, en son yine bir çetenin, Yüksekova Çetesi'nin bir cinayeti yüzünden hepimiz birden AİHM tarafından 80 kusur bin Euro ödemeye mahkum edildik. Ve hiçbirimiz de çıkıp "Yetti artık bu utanç. Abdullah Canan'ı biz mi öldürdük? Mahkemeyi biz mi yönlendirdik? Bu ödediğimiz kaçıncı kan parası? Kaçıncı caninin, kaçıncı katilin cezasını ve utancını çekiyoruz?" diye isyan etmedik. Haberi gazetelerde okumuşsunuzdur. Dava, 1996 yılında Hakkari'de gözaltında bir cinayete kurban giden Abdullah Canan'ın davasıydı. Cinayetin failleri baştan beri apaçık ortadaydı, Canan'ın kimler tarafından gözaltına alındığını, sonra işkence gördüğünü, sonra ailesiyle canına karşılık pazarlık yapıldığını, paranın bir kısmının alındığını ama buna rağmen öldürülüp yol kenarına atılıverdiğini bütün Hakkari biliyordu ama buna rağmen mahkeme, cinayeti "faili meçhul" bırakmayı becerdi.

Sonuçta sanıklar beraat etti, devlet ise mahkum oldu... Ve şimdi biz, bu utanç verici mahkumiyetin bedelini, helal kazançlarımızdan bir kenara ayırdığımız vergilerimizle ödeyeceğiz.

* * *

Biliyorsunuz, bu utancı ilk defa yaşamıyor Türkiye ve bu sonuncusu da olmayacak. Davanın seyrine bakınca, Şemdinli yüzünden bir mahkumiyetin daha kapıda olduğu görülüyor. Evet, bu gidişle, Şemdinli Davası'nda da aynı utancı yaşayacağız. Üç beş yıl sonra, o dava da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gidecek... İç hukukun adaleti aramak yerine, bulandırmaya çalıştığı yine ayan beyan çıkacak ortaya ve AİHM bir kez daha devleti suçlu bulacak. Sonra devlet yine o utanç verici "dostane çözüm" çağrısında bulunacak davacı tarafa; adi bir pazarlıkçı gibi "30 bin mark vereyim, kapatalım bu pisliği" diyecek. Hepimiz yine utanacağız. Aradan üç beş yıl daha geçecek ve dava sona erecek.

Devlet bir kez daha mahkum edilecek. Tabii devlet anonim bir varlık olduğu için, kimse bu mahkumiyeti üstüne almayacak, kimse bu suçtan dolayı utanmayacak. Kimse hükmedilen tazminat cezasına aldırmayacak. Hatta kimse tazminatın ödendiğini fark etmeyecek bile. Hazineyle birkaç kurum arasında gidip gelen soğuk, nötr birkaç yazışma, bir ödeme emri, altında açılan üç beş imza; hepsi bu...

Utanma sıkılma diye bir şey bilmeyen, duyguları olmayan o anonim varlık için, binlerce ödeme kaleminden hiçbir farkı olmayan bir ödeme kalemi olacak bu da... Ha depremzedelere ödenen yardım olmuş, ha devletin işlediği bir cinayet için ödenen "kan parası..." Devletin veznesindeki memur ikisini de aynı umursamazlıkla, aynı yabancılaşma içinde ödeyecek. Doğrusunu isterseniz, toplum olarak biz de aynı yabancılaşma içinde, pek aldırmayacağız ödenen tazminata. O kan parasının içinde hepimizin üç beş kuruşu olduğunu; bunun da bizi o suça ortak ettiğini aklımızdan bile geçirmeyeceğiz.

Yargıç kültürü ya da kadı adaleti

http://www.bugun.com.tr/haberler/081207/p56246y138.asp

Gülay Göktürk , Bugün , 26.Haziran.2007

Gülay Göktürk
Tüm yazıları

26.Haziran.2007

Yargıç kültürü ya da kadı adaleti

Anayasa Mahkemesi'nin görevini nasıl tarif ederseniz edin, yargıç kültürünü anayasa hükmüyle belirleyemeyeceğiniz için, yargıç kültüründen, zihniyetinden kaynaklanan sorunlar kolay kolay bitmez.

" AK Parti'nin son transferlerinden Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Zafer Üskül'ün Neşe Düzel'e yaptığı söyleşideki bu cümlesi özellikle dikkatimi çekti. Üskül'ün dikkati çektiği sorunun sadece Anayasa Mahkemesi'ne özgü olmadığı, bütün mahkemeler ve bütün yargıçlar için geçerli olduğu açık. "Yargıç kültürü" üzerinde pek durmadığımız bir kavram. Biz demokratlar, doğru dürüst bir demokratik rejimin kurulabilmesinin önündeki en önemli engelin siyaset üzerindeki ordu kontrolü olduğunu vurgular dururuz.

Bu doğrudur da... Ama, gerek 28 Şubat döneminde, gerekse 27 Nisan Muhtırası'ndan bu yana yaşadığımız gelişmeler bana ciddi bir biçimde, mevcut durumuyla yargının da, ordu kadar ciddi bir barikat olduğunu düşündürüyor demokrasi önünde.

Bunu söylerken, Anayasamızdaki ya da diğer temel yasalarımızdaki zaaflardan söz etmiyorum sadece... Onları değiştirmek nispeten kolay. Asıl zor olan, "yargıç kültürü" dediğimiz şeyi değiştirmek... Peki nedir bu yargıç kültürü dediğimiz şey?

Yargıçların görevlerini yaparken, hukuku uygular ve hukuk üretirken hangi saiklerle, hangi endişelerle, nasıl bir ruh hali içinde davrandıkları, görevlerini nasıl algıladıklarıdır. Doğru düzgün bir yargıç kültürü içinde yetişen bir yargıç, işini yaparken tam anlamıyla özgürdür. Hem kendi ideolojisinden ve fikirlerinden, hem kamuoyundan, hem de devletten.

Oysa bizde yargıçların büyük çoğunluğu, Adnan Ekinci'nin deyimiyle kendilerini "...maaş aldıkları, geçimlerini sağladıkları ve geleceklerini bağladıkları devletin üst düzey bir memuru olarak görürler. 'Peki, bir yargıç neden kendisini, devletin adamı olarak görür?' diye soracak olursak, diyor Ekinci; " O zaman bir yargıcın, daha staja başladığı günden itibaren girdiği ruh halini ve gelişimini irdelemek gerekir. Kendini geliştirecek hukuk kaynaklarından yoksun, taşra yalnızlığı içinde sürmüş göçebe bir meslek yaşamı, vurgusunu yaptığımız yargıç kültürünün filizlenmesine izin vermiyor. Yargıç kültürünün kavram olarak bile yer almadığı bir sistemde oluşan mahkeme kararları, hukukun gelişimine de katkı sağlayamıyor.

Böyle bir algılayış temelinde doğru bir yargıç kültürü de oluşamıyor." Sami Selçuk ise dünkü Star'daki yazısında, bizim gibi toplumlardaki yargıç kültürünü Max Weber'e atıf yaparak şöyle anlatıyor:

"Doğulu toplumlarda hukuka uygun vicdani kanılara göre nesnel hukuku uygulayan yargıçlar bulunmaz; sultanların isteklerine göre adalet dağıtan kadıları vardır. Kadı adaletinin egemen olduğu toplumlar bu yüzden gelişemezler. (...) İyi yargıçlar (hukukçular) sultanlarla düşüp kalkmazlar. Ancak iyi sultanlar hukukçularla düşüp kalkarlar; yani onlara sık sık danışırlar. Yeter ki danışanlar nesnel hukukun nesnel doğrusunun ne olduğunu sorsunlar; "bana göre hukuk yarat" demesinler. Yeter ki danışmanlar, "bana göre hukuk yarat" diyenlere "hayır" diyecek kadar kişilikli, özgür-bağımsız kafalı, bilgili olsunlar."

Guguk Skandalları Ülkesi

http://www.bugun.com.tr/haberler/071207/p42787y138.asp

Gülay Göktürk , Bugün , 30.Mart.2007

Gülay Göktürk
Tüm yazıları

30.Mart.2007

“Skandal Hukukçu”

Türkiye'de şimdiye kadar çok hukuk skandalı yaşandı. Nice anlı şanlı hukukçu, bu hukuk skandallarının baş aktörü oldu; binlercesi yanında yöresinde yer aldı.

Hangi birini analım? Susurluk... Şemdinli... Her biri sonuçta birer hukuk skandalına dönüşmüş bu dosyaların hangisinin kapağını açalım... Sonuçta; bütün yüksek yargı mensuplarının ordunun neferleri gibi hizaya sokulup "brifing" aldığı bir ülke burası. İddianamesinde somut suç delilleri yerine alçaklar, hainler, habis tümörler diye suçlamalar sıralayan savcıların saygıdeğer hukukçular olarak ortada dolaşabildiği bir ülke...

Hukukun katledildiği, siyasi infaz aracı haline getirildiği her olayda, bu operasyonun liderliğini yapan, bu operasyona katılan ya da en azından hukukun katline seyirci kalan hukukçular vardı. Hiçbirine "skandal hukukçu" denmedi şimdiye kadar. Ama bakıyoruz, hayatı bu tür hukuk skandallarına karşı mücadeleyle geçmiş, Türkiye'nin en iyi Anayasa hukukçularından biri olmakla kalmamış, kalitesini uluslararası platformda da kanıtlamış bir hukukçumuz; Prof. Dr. Mustafa Erdoğan şu günlerde bazı çevreler tarafından boy hedefi haline getiriliyor. Hakkında "skandal hukukçu" diye manşetler atılıyor.

Sebep, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görev süresi dolan Türk hakim Rıza Türmen'in yerine hükümetin aday gösterdiği isimler arasında onun da yer alması. Peki neymiş onun adaylığını "skandal" haline getiren şey?

Mesela, Anayasa Mahkemesini ideolojik bekçilik yapmakla ve üyelerini hukuk" formasyon açısından yetersiz olmakla eleştirmiş. Cumhuriyetimizin halktan kopukluğunu eleştirmek için "cumhursuz cumhuriyet" deyimini kullanmış; 12 Eylül Anayasası'nın başlangıç kısmının ve 2. maddedeki "Atatürk milliyetçiliğine bağlılık" ibaresinin kaldırılmasını istemiş.

Genel Kurmay Başkanlığı'nın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmasını; MGK'nın kaldırılmasını istemiş. Eğitimin ideolojik endoktrinasyondan arındırılmasını, din eğitiminin özgürleştirilmesini, Anayasa'nın demokratik ve sivil ilkeler doğrultusunda yenilenmesini savunmuş. Hukuktan şaşmamasının, doğru bildiğini cesaretle savunmasının bedelini de ödemiş her seferinde; defalarca yargılanmış, yüksek tazminatlara mahkum edilmiş. İşte bütün bunlar skandalmış...

Hükümet "böyle birini" nasıl aday gösterirmiş! Suçlama kampanyasını yürütenler belli ki farkında değil ama istemeden Erdoğan'a olumlu referans veriyorlar. Zira bütün bu söylenenler aslında onun Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi üyeliği için olumlu referans olabilecek şeylerdir. Kararı verecek olan Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi üyesi parlamenterlerin Erdoğan'ın bütün bu "vukuatını" öğrendiğinde "işte tam adamımız" diye düşüneceğine hiç kuşkum yok.

Zira, Avrupalı bir hukukçunun gözünde, Genel Kurmay Başkanlığı'nın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmasını istemek değil, istememek skandaldır. Yine, "Atatürk milliyetçiliğine bağlılık" gibi bir koşulun bir ülkenin anayasasında yer almasını; yani ülkenin bütün yurttaşlarına belli bir tür milliyetçiliğin anayasal zorunluluk olarak dayatılmasını hiçbir Avrupalı hukukçunun aklı almaz. Prof. Erdoğan'ın adaylığına "skandal" deyenler ancak bir durumda haklı olabilirlerdi. Eğer Erdoğan AİHM'ye Türkiyeli hukukçuları temsilen gidecek olsaydı... Gerçekten de böyle bir durumda onun önerilmesi yanlış olurdu.

Çünkü ne yazık ki, Türkiye'de hukukçuların büyük çoğunluğu Erdoğan'ın bu çizgisinin çok uzağında. Dolayısıyla onun Türkiyeli hukukçuları temsil kabiliyeti olmadığını kabul etmek zorundayız. Ama o oraya Türkiye'yi ya da Türkiyeli hukukçuları temsil etmek için değil, hukuku temsil etmek için gidiyor. Bu açıdan bakıldığında da hükümetin seçimi tam isabet.

Ben, Türkler de dahil Avrupa vatandaşlarının hak ve hukukunu ondan daha iyi koruyacak bir isim tanımıyorum. Abdullah Gül'ü de bu seçiminden dolayı kutluyorum. Takdir, Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi üyesi parlamenterlerin...

Tuesday, December 4, 2007

İdeolojik Guguk - TESEV

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=619118


Zaman , 29 Kasım 2007, Perşembe


Uyum yasalarına rağmen yargıda 'devletçilik' sürüyor
Prof. Dr. Mithat Sancar (solda), yargı mensuplarının devlet yerine adaletin tesisine öncelik vermeleri gerektiğini söylüyor.







TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında gerçekleştirilen 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırmanın sonuçları yargıdaki devletçi zihniyeti gözler önüne serdi. Hakim ve savcılar, 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' sorusuna çoğunlukla 'devlet' şeklinde cevap verdi.


Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırması, hakim ve savcıların yargı sistemi içindeki yaklaşımlarına ışık tuttu. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve araştırma görevlisi Dr. Eylem Ümit tarafından yapılan çalışma, hakim ve savcıların 'devletçi' zihniyetini ortaya koydu. Kendilerine 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' diye sorulan hakim ve savcıların, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız', 'Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk dinlemem' gibi cevapları dikkat çekti.

TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında 4 ayaklı projeden ilki olan 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırma sonuçları düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna açıklandı. Yargıçların 'Peygamber postuna oturmuş' insanlar gibi algılandıklarına dikkat çeken Prof. Dr. Mithat Sancar, yargının kutsallaştırılmış bir alan olarak algılandığını, ancak yıpratıcı olmamak kaydıyla eleştirilebilmesi gerektiğini vurguladı. Sancar, araştırmanın çok tartışılan yargıyı görüntülemeyi amaçladığını kaydetti.

İstanbul, Ankara, Trabzon ve Diyarbakır'da 51 hakim ve savcı ile birebir yapılan görüşmelerin sonucu hazırlanan raporda ilginç bilgiler yar aldı. 12'si kadın 51 yargı mensubunun yüzde 73'ü Türkçeden başka dil bilmiyor. Araştırmanın zihniyet kalıplarına ilişkin bölümünde, yargılama faaliyeti sırasında 'adalet ile devlet çıkarı' veya 'demokrasi ile devletin güvenliği' arasındaki bir karşıtlık çıkabileceği ve bu durumda devletin çıkarının korunacağı görüşü hakim olduğu belirtiliyor. Bu düşünceyi yansıtan hakim ve savcılar, kendilerine sorulan 'Devletin çıkarı mı, adaletin gereği mi?' sorusuna, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Önce devlet gelir', 'Devletim olmadan benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz' şeklinde cevap veriyor. Görüşmecilerin yüzde 63'ü adaletin gereklilikleri ile devletin çıkarının çatıştığını bildiriyor.

Her adliye binasında 'Adalet mülkün temelidir' yazdığını hatırlatan Prof. Dr. Mithat Sancar, aslında yargı mensuplarının devlet yerine adalete öncelik vermeleri gerektiğini, tablonun sorunlu olduğunu aktarıyor. Araştırma kapsamına görüşülen savcıların çoğu 'Ben rejimin savcısıyım', 'Bizler görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz' derken, 'Ben kamunun savcısıyım' diyenler ise azınlıkta kalıyor. Hakim ve savcılar, devlete karşı işlenmiş suçlar ile devlet görevlileri tarafından işlenmiş suçlara yaklaşımda farklılık olduğunu kabul ediyor. 'Evet, maalesef var' diyenlerin oranı yüzde 45 iken, 'Evet, olması da lazım' diyenlerin oranı yüzde 24. Büşra Erdem, İstanbul


29 Kasım 2007, Perşembe

Yolsuz Guguk

http://www.hukuki.net/topic.asp?TOPIC_ID=84

04/09/2002

Radikal'den Adnan Ekinci'nin bir kaç gün önce yayınlanan 'Yargıda yolsuzluk var!" başlıklı haberi iyi bilgiler ve istatistikler içeriyor. Okumayanlar için aşağıda haber mevcut. Haberde avukatların yargıda yolsuzluk ile ilgili kanaatlerini gösteren 3 sene önceye dayalı bir anket sonucu da var.
(Acaba şu an bir anket yapılsa kanaatler ve sonuçlar farklı mı veya benzer mi olurdu?)

"Uluslararası Saydamlık Örgütü'nün (Transparency International)
hazırladığı 2002 yılı 'Yolsuzluk Algılama Endeksi'nde Türkiye, iklimi
gereği yine en fazla 'yolsuzluk alan ülkeler' arasında yer aldı.
Böylece, bu sene yağmurlarda görülen artış, yolsuzlukta da kendini göstermiş bulunuyor.
Rapora göre, geçen yıl 91 ülke arasında, temizden kirliye doğru yapılan sıralamada 54. sırada yer alan Türkiye, 2002 yılında 102 ülke arasında 64. sıraya yerleşti.
Yine de konumumuz çok kötü sayılmaz, bizden daha yolsuz olan 38 ülke var altımızda.
Yıllar ne çabuk geçiyor, 1995'te temizlik sıralamasında 27. olan Türkiye, 7 yılda 37 basamak birden düşmüş.
Bu anormal düşüşün, ozon tabakasının delinmesi ile bir ilgisi olmalı diye düşünüyorum.
Birkaç ay önce de, TESEV yolsuzlukla ilgili vahim göstergelerin yer aldığı araştırmasını açıklamıştı.

Avukatlar ne diyor?

Türkiye'de yolsuzluk konusunda ilk fırtına, 1999 yılında İstanbul Barosu'nun yaptığı araştırma sonucunda kopmuştu.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz ve bir grup öğrencinin İstanbul Barosu'na kayıtlı 666 avukat (simurg) ile yüz yüze yaptığı anket çalışmasında ortaya çıkan sonuç oldukça vahimdi.
Avukatlar, yüzde 94.5 oranla yargıda yolsuzluk olduğuna inanıyorlardı.
Bunu üzerine, başta İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ferzan Çitici olmak üzere, Yargıtay ve çeşitli adliyelerden bazı savcılar, 'teessüflerini bildirdikleri' bir açıklama yaptılar.
Hatta, İstanbul Barosu hakkında soruşturma başlatacağı da duyuldu, ama bu şayia gerçekleşmedi.
Güçleri bana yetiyor olmalı ki, 'Yargıda yolsuzluk filan yok!' diye bir yazı yazınca, hakkımda TCK 159'dan dava açıldı.
Ağır cezalık oldum
Yani, 'Yargıda yolsuzluk var' diyen Prof. Dr. Ökçesiz, öğrencileri, 666 avukat ve baro yönetimi dururken, beni ağır cezada yargıladılar.
Duruşmalarda 20'ye yakın avukatım vardı. Hepsi fevkalade iyilerdi, ama sanırım beraatimi kendi yaptığım savunmam sağladı.
Belki bir gün, savunmamı bu köşeden tefrika halinde yayımlarım.
Baronun bu araştırmasının üzerinden üç yıl geçti, bugün yargının yolsuzluk gibi bir sorunu elbette ki yok.
Konuya dönecek olursak; emin değilim, ama 2002 raporunun hazırlanışı Dünya Kupası öncesine denk gelmiş olabilir. Bu nedenle, dünya üçüncülüğümüzün değerlendirme dışı kalma ihtimali çok yüksek. Yoksa, sıralamada Finlandiya ve Danimarka'dan sonra üçüncü olurduk gibime geliyor. Şahsi kanaatim böyle."

Yargıda rüşvetin sıklıkla görüldüğü yerler

(İstanbul Barosu Çevresi Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması, Hayrettin Ökçesiz, 1999)
Avukat sayısı Yüzde
İcra dairelerinde 240 36.0
Mahkeme kalemlerinde 9 1.4
Savcılık kalemlerinde 1 0.2
Karakollarda 234 35.1
Bilirkişilerde 31 4.7
Yargıç ve savcılarda 4 0.6
Hepsinde aynı oranda 94 14.1
Toplam 666 100.0

Türkiye’de guguk profili

http://www.kulphaber.net/news_detail.php?id=311

Türkiye’de hakim ve savcı profili

30 Kasım 2007 Cuma 00:00

TESEV’in için hakim ve savcılarla yaptığı mülakatlarda çarpıcı sonuçlara ulaşıldı. Hakim ve savcılar en çok Karadeniz’den çıkıyor. Yeni anayasa isteyenler çoğunlukta ama 301. madde değişikliğini isteyen az.

“Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” çalışması Türkiye genelinde 51 hakim ve savcıyla yapıldı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi"nden Prof. Mithat Sancar ve Dr. Eylem Ümit"in gerçekleştirdiği çalışmanın ön raporu açıklandı. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TESEV"in araştırmasında iş yükü yoğun olan İstanbul ve Ankara adliyeleri gibi büyük adliyeler esas alındı.

TESEV araştırmasının amacı şu sözlerle açıklanıyor:

DERİNLEMESİNE MÜLAKAT
Yargıya egemen olan algı ve zihniyet yapıları hakkında bir yoklama yapma amacını taşıyan bu ilk çalışma, belli bir yöntem çerçevesinde hâkim ve savcılarla yapılan “derinlemesine mülakat” üzerine inşa edilmiştir. Bu çalışmada, Türkiye"nin çeşitli kentlerinden 51 hâkim ve savcı ile mülakatlar gerçekleştirildi. Ana olarak “Devletin çıkarları mı, Adaletin gerekleri mi?” “Demokrasi mi, Güvenlik mi?” “Devlete Karşı Suçlar, Devlet Görevlilerinin Suçları” “Faillerin Kimliği” ve “Düşünce Özgürlüğü,” “AB Süreci” gibi konularda temel yaklaşım, algı ve zihniyet kalıpları anlaşılmaya çalışıldı.
Araştırmanın dikkat çeken sonuçları şöyle:

KARADENİZLİ HAKİMLER VE SAVCILAR ÇOĞUNLUKTA
Hâkim ve savcıların doğum yerinin bölgelere göre dağılımında, Karadeniz bölgesi öne çıktı. Doğum yerinin bölgelere göre dağılımını çoğunluktan azınlığa doğru sıralarsak 16 görüşmeci (% 31) Karadeniz , 9 görüşmeci Doğu Anadolu (% 18), 9 görüşmeci İç Anadolu (% 18) , 6 görüşmeci (% 8) Güneydoğu Anadolu, 4 görüşmeci (% 12) Marmara, 3 görüşmeci (% 6) Ege, 3 görüşmeci (% 6) Akdeniz bölgesinde doğduğunu dile getirdi.

HAKİMLERİN YARISI İNTERNETTEN HABER TAKİP EDİYOR
Günde birden fazla gazete okuyanların sayısı 38 (% 75) olarak çıkarken, görüşmecilerin 37"si (% 73) gazetede önce yargıya ilişkin haberleri okuduğunu belirtti. Her gün internetten haber takip ettiğini söyleyenlerin sayısı 28 (% 55).

TİYATRO VE SİNEMAYI İYİ TAKİP ETMİYORLAR
Uzun zamandır sinemaya gitmediğini söyleyen 16 görüşmeci (% 31), uzun zamandır tiyatroya gitmediğini söyleyen ise 24 (% 47) görüşmeci oldu.
Genelde tarihi ve siyasi deneme türündeki kitapları okuduğunu söyleyen görüşmecilerin sayısı 30"dur (% 59). “Dinlenmek için ne yaparsınız” sorusuna verilen yanıtlarda, hâkim ve savcıların % 62"si ailesiyle vakit geçirerek dinlendiğini, % 29"u ise kitap okumayı tercih ettiğini belirtti.

KÖY VE KASABA DOĞUMLULAR ÇOĞUNLUKTA
Hâkim ve savcıların 14"ü (% 27) kent, 37"si (% 73) köy ve kasaba doğumlu olduğunu söyledi.

YENİ ANAYASA İSTİYORLAR AMA...
34 katılımcı Türkiye"nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu söylüyor. 8 katılımcı TCK"nın 301. maddesinin kaldırılmasını, 13"ü ise kalmasından yana olduğunu söylüyor.

YABANCI DİL BİLEN AZ
Hâkim ve savcıların 37"si (%73) Türkçeden başka dil bilmediğini söylerken, 14"ü (% 27) Türkçe"den başka bir dil bildiğini ve kullandığını ifade etti. Birden çok yabancı dil bildiğini belirten sadece bir (% 2) görüşmeci oldu.

İNSAN HAKLARINA KARŞI TEDİRGİNLİK VAR

Anayasanın 90. maddesine 7.5.2004"te eklenen, “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” şeklindeki düzenleme hakkında görüşleri sorulan hakim ve savcılardan çoğunluğu bu düzenlemeyi olumsuz bulduklarını söylediler. Bu görüşte olan hâkim ve savcılar, söz konusu durumu, “egemenliğin sınırlandırılması”, “içişlerine müdahale” olarak yorumlayıp tedirgin edici bir gelişme olarak görüyorlar.

YARISI ULUSLARARASI ANLAŞMALARI ÖNEMSEMİYOR
26 katılımcıya göre insan hakları devlet güvenliği açısından tehdit oluşturabilir. Katılımcılardan 27"si, karar verme aşamasında temel hak ve özgürlüklere ilgili uluslararası anlaşmaları göz önünde bulundurmuyor. 32 hâkim ve savcıya göre adalet, toplumsal barış, devlet ve demokrasi gibi olgular yargılama sırasında tezat oluşturabilir. 32 katılımcı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının Türkiye"ye karşı önyargılı olduğunu düşünüyor. 25 katılımcı AİHM kararlarından dolayı yargılamanın yenilenmesini olumsuz karşılıyor. 33 katılımcı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi"nin Türkiye hakkındaki kararlarını basından takip ediyor. 30 katılımcıya göre, AB uyum yasaları çerçevesindeki düzenlemeler insan hakları gelişimi açısından olumlu. 13"ü ise bu yeniliklerin Türkiye koşullarına uygun olmadığını düşünüyor.

DEVLETÇİ HUKUKÇULAR ÇOĞUNLUKTA

Mülakatlar sırasında araştırmacıların “dikkat çekici” bulduğu ifadelerden bazıları şöyle:
* “İnsan hakları biraz abartılıyor.”
* “Ben rejimin savcısıyım.”
* “Ben devletçi hukukçuyum.”
* “Önce devlet gelir.”
* “Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem.”
* “Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız.”
* “Diyelim devleti korumaya çalışırken adil olmayabilirsin, adaletten sapabilirsin. Veya adaleti yerine getiriyorum diye devlete zarar verebilirsiniz veya devleti koruyorum diye adalete zarar verebilirsiniz. Mümkündür.”
* “Devletim olmadıktan sonra benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz.”

SIRADA TOPLUM VE MEDYA VAR
Projenin henüz sürmekte olan ikinci ayağında, toplumun yargıya yönelik bakışının ana hatlarını ortaya çıkarmayı hedefleyen bir araştırma yer alıyor. Bu amaçla başlatılan saha çalışmaları devam ediyor. Projenin üçüncü ayağında ise medya-yargı ilişkisine odaklanılacak.

İdeolojik Guguk - TESEV araştırması

http://www.memurlar.net/haber/94584/



TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında gerçekleştirilen 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırmanın sonuçları yargıdaki devletçi zihniyeti gözler önüne serdi. Hakim ve savcılar, 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' sorusuna çoğunlukla 'devlet' şeklinde cevap verdi.

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırması, hakim ve savcıların yargı sistemi içindeki yaklaşımlarına ışık tuttu. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve araştırma görevlisi Dr. Eylem Ümit tarafından yapılan çalışma, hakim ve savcıların 'devletçi' zihniyetini ortaya koydu. Kendilerine 'Devletin çıkarları mı, adaletin gerekleri mi?' diye sorulan hakim ve savcıların, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız', 'Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk dinlemem' gibi cevapları dikkat çekti.

TESEV Demokratikleşme Programı kapsamında 4 ayaklı projeden ilki olan 'Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları' başlıklı araştırma sonuçları düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna açıklandı. Yargıçların 'Peygamber postuna oturmuş' insanlar gibi algılandıklarına dikkat çeken Prof. Dr. Mithat Sancar, yargının kutsallaştırılmış bir alan olarak algılandığını, ancak yıpratıcı olmamak kaydıyla eleştirilebilmesi gerektiğini vurguladı. Sancar, araştırmanın çok tartışılan yargıyı görüntülemeyi amaçladığını kaydetti.

İstanbul, Ankara, Trabzon ve Diyarbakır'da 51 hakim ve savcı ile birebir yapılan görüşmelerin sonucu hazırlanan raporda ilginç bilgiler yar aldı. 12'si kadın 51 yargı mensubunun yüzde 73'ü Türkçeden başka dil bilmiyor. Araştırmanın zihniyet kalıplarına ilişkin bölümünde, yargılama faaliyeti sırasında 'adalet ile devlet çıkarı' veya 'demokrasi ile devletin güvenliği' arasındaki bir karşıtlık çıkabileceği ve bu durumda devletin çıkarının korunacağı görüşü hakim olduğu belirtiliyor. Bu düşünceyi yansıtan hakim ve savcılar, kendilerine sorulan 'Devletin çıkarı mı, adaletin gereği mi?' sorusuna, 'Ben devletçi hukukçuyum', 'Önce devlet gelir', 'Devletim olmadan benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz' şeklinde cevap veriyor. Görüşmecilerin yüzde 63'ü adaletin gereklilikleri ile devletin çıkarının çatıştığını bildiriyor.

Her adliye binasında 'Adalet mülkün temelidir' yazdığını hatırlatan Prof. Dr. Mithat Sancar, aslında yargı mensuplarının devlet yerine adalete öncelik vermeleri gerektiğini, tablonun sorunlu olduğunu aktarıyor. Araştırma kapsamına görüşülen savcıların çoğu 'Ben rejimin savcısıyım', 'Bizler görevimizi yaparsak devlet zayıflamaz' derken, 'Ben kamunun savcısıyım' diyenler ise azınlıkta kalıyor. Hakim ve savcılar, devlete karşı işlenmiş suçlar ile devlet görevlileri tarafından işlenmiş suçlara yaklaşımda farklılık olduğunu kabul ediyor. 'Evet, maalesef var' diyenlerin oranı yüzde 45 iken, 'Evet, olması da lazım' diyenlerin oranı yüzde 24. Büşra Erdem, İstanbul


Yargı köy kökenli

TESEV; İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Trabzon'da, 51 hakim ve savcı ile anket yaptı. Anket hakim ve savcıların yüzde 27'sinin kent, yüzde 73'ünün köy ve kasaba doğumlu olduğunu ortaya koydu.

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı (TESEV), demokratikleşme programı çerçevesinde 10 ay önce başladığı Türkiye'deki yargı araştırmasını tamamladı. Araştırma sonucunda ortaya konan, "Yargıda ve Yargıya Dair Algı ve Zihniyet Kalıpları" adlı rapor kamuoyuna sunuldu. Ankara Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Mithat Sancar ve Dr. Eylem Ümit'in gerçekleştirdiği araştırmada, İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Trabzon'da toplam 51 hakim ve savcı üzerinde anket yapıldı.

HASSAS KONULAR

Anket, hakim ve savcıların nerede doğduklarından nasıl okuduklarına, TV'de ne izleyip ne gibi aktivitelere katıldıklarına kadar çarpıcı sonuçları ortaya koydu. İşte onlardan biri. Ankete katılan 51 hakim ve savcıdan 14'ü (yüzde 27) kent doğumlu olduğunu belirtirken, 37'si (Yüzde 73) köy ve kasaba doğumlu olduğunu söyledi. Anket, hakim ve savcıların Türkiye'nin hassas konulara bakışını da ortaya çıkardı.

301 KALKMASIN

301. madde ve Türklük kavramına ilişkin görüşleri sorulan hakim ve savcılar ilginç açıklamalarda bulundu. Yüzde 24'ü "301 değiştirilmemeli" dedi. Yüzde 16'sı "Kalkmalı" cevabını verdi. 301'deki "Türklük" yerine "Türk milleti" gibi bir kavram geldiğinde, maddenin anlamının değişeceğini düşünenlerin oranı yüzde 25 oldu. Değişmeyeceğini düşünenler ise yüzde 24.

REJİMDEN YANALAR

Yargı mensupları hakim ve savcılar, devletin çıkarlarını hukukun üstünde görüyor, "Ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem" diyor. Mülakat yaptıkları hakim ve savcıların çoğunun devletçi olduklarına dikkat çeken Prof. Mithat Sancar, "Hakim ve savcılar arasında yargılama sırasında devletin çıkarı veya demokrasi ile devletin güvenliği arasında bir karşıtlık çıkabileceği ve bu durumda devletin çıkarlarının korunması gerektiği kanısı yaygın. 'Ben rejimin savcısıyım. Türkiye Cumhuriyet'ini kollamak benim görevim' diyorlar" dedi.

Osman ASİLTÜRK/İSTANBUL

ZAMAN/BUGÜN

------------------------------------------------------------

http://www.aktifhaber.com/news_detail.php?id=142731

http://www.haber5.com/haber.php?haber_id=300963


Fişlemeyi Odacı Yapar


29 Kasım 2007 08:22


“Kapıdaki odacına saygılarını sun, sicilini o dolduruyor” Devlet fişlemeyi böyle yaptırıyor..

TESEV'in yargı kurumuna dair raporunda, 28 Şubat sürecinde hakimlerin fişlendiği iddia edildi. Bir hakim, kendisine “kapıdaki odacına saygılarını sun, sicilini o dolduruyor” dendiğini söyledi. Rapora göre hakim ve savcıların çoğu devlet çıkarını hukuktan önce görüyor.

Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı'nın (TESEV) 51 savcı ve hakimle görüşerek hazırlattığı araştırmasında 28 Şubat süreciyle ilgili ilginç bilgiler çıktı. Araştırmada hakim ve savcılar o dönemde odacıları tarafından takip edildiklerini söyledi. Hakim ve savcılar, 28 Şubat sürecinde Cuma namazına giden hakimleri ihbar eden odacıların olduğunu anlattı. Bir hakim, kıdemli bir meslektaşının kendisine şu tavsiyede bulunduğunu aktardı: “Kapıdaki odacına her gün saygılarını sun, sicilini o doldurur.”

TESEV, "Kurumsal Algı ve Zihniyet Yapıları" başlıklı araştırmasının sonuçlarını dün açıkladı. Adalet Bakanlığı'nın izniyle Türkiye genelinde 51 yargıç ve savcı ile görüşmeler yapan Prof. Dr. Mithat Sancar ve proje asistanı Dr. Eylem Ümit, elde ettikleri sonuçları dün Point Hotel'de gazeteciler ve hukukçularla paylaştı.

HUKUKTAN ÖNCE DEVLET

TESEV'in "Demokratikleşme Programı" çerçevesinde 51 hakim ve savcı ile röportajlar yapan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden Prof. Dr. Mithat Sancar, yargının hukuk algılaması noktasında oldukça vahim bir tablo ile karşı karşıya olduğumuzu söyledi. Görüştükleri 51 hukukçunun yüzde 61'inin, bir çatışma halinde, devletin çıkarlarını yargının gereklerine tercih ettiklerini söylediklerini aktaran Sancar, bir hakimin, "Ülkem söz konusu ise hukuk mukuk dinlemem" ifadesinin oldukça anlamlı olduğuna vurgu yaptı.

DEMOKRASİ Mİ GÜVENLİK Mİ?

Prof. Dr. Sancar, araştırma kapsamında, hâkim ve savcıların yargı faaliyetine ve çeşitli toplumsal-siyasal meselelere ilişkin yaklaşımları hakkında bilgi edinme fırsatı bulduklarını söyledi. Araştırmada "Devletin çıkarları mı, Adaletin gerekleri mi?", "Demokrasi mi, Güvenlik mi?", "Devlete Karşı Suçlar, Devlet Görevlilerinin Suçları", "Faillerin Kimliği" ve "Düşünce Özgürlüğü", "AB Süreci" gibi konularda temel yaklaşımlar sorgulandı.

Araştırmada, hakim ve savcıların yüzde 49'u herhangi bir sosyal aktivite içinde yer almadığını söylerken, yüzde 98'i üniversite yaşamında herhangi bir STK ile ilişkisi olmadığını söyledi.

Kamu görevlileri kayırılıyor

TESEV'in Algılar, Zihniyet Yapıları ve Kurumlar: Yargı Kurumu isimli çalışmasından çıkan çarpıcı veriler:

  • "301. madde tamamen kalkmalı" diyenlerin oranı yüzde 16, "301 değiştirilmeli" diyenlerin oranı ise yüzde 24.
  • "Kamu görevlilerinin işledikleri suçlarda kayırıldıklarını düşünüyor musunuz?" sorusuna hakim ve savcıların yüzde 45'i "Evet, maalesef", yüzde 24'ü "Evet, olması da lazım" şeklinde cevap verdiler.
  • Yüzde 73'ü Türkçe'den başka bir dil bilmiyor. Sadece bir görüşmeci ikinci bir dil bildiğini söyledi.
  • "Önceliğiniz devletin çıkarları mı, yoksa adaletin gerekleri mi" sorusuna verilen yanıtlardan bazıları: "Devlet olmazsa hukuk da olmaz." "Ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem." "Devleti değil, yurttaşları korumak gerek."
  • Yüzde 63'ü AİHM'in kararlarında Türkiye'ye karşı önyargılı olduğunu düşündüklerini söyledi.
  • Hakim ve savcıların doğum yerinin bölgelere göre dağılımında, Karadeniz bölgesi öne çıktı.
  • Yüzde 67'si Türkiye'de yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulduğunu düşündüğünü belirtti.

  • -------------------------------------------------------

    http://www.kulphaber.net/news_detail.php?id=311


    Türkiye’de hakim ve savcı profili

    30 Kasım 2007 Cuma 00:00

    TESEV’in için hakim ve savcılarla yaptığı mülakatlarda çarpıcı sonuçlara ulaşıldı. Hakim ve savcılar en çok Karadeniz’den çıkıyor. Yeni anayasa isteyenler çoğunlukta ama 301. madde değişikliğini isteyen az.

    “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları” çalışması Türkiye genelinde 51 hakim ve savcıyla yapıldı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi"nden Prof. Mithat Sancar ve Dr. Eylem Ümit"in gerçekleştirdiği çalışmanın ön raporu açıklandı. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı TESEV"in araştırmasında iş yükü yoğun olan İstanbul ve Ankara adliyeleri gibi büyük adliyeler esas alındı.

    TESEV araştırmasının amacı şu sözlerle açıklanıyor:

    DERİNLEMESİNE MÜLAKAT
    Yargıya egemen olan algı ve zihniyet yapıları hakkında bir yoklama yapma amacını taşıyan bu ilk çalışma, belli bir yöntem çerçevesinde hâkim ve savcılarla yapılan “derinlemesine mülakat” üzerine inşa edilmiştir. Bu çalışmada, Türkiye"nin çeşitli kentlerinden 51 hâkim ve savcı ile mülakatlar gerçekleştirildi. Ana olarak “Devletin çıkarları mı, Adaletin gerekleri mi?” “Demokrasi mi, Güvenlik mi?” “Devlete Karşı Suçlar, Devlet Görevlilerinin Suçları” “Faillerin Kimliği” ve “Düşünce Özgürlüğü,” “AB Süreci” gibi konularda temel yaklaşım, algı ve zihniyet kalıpları anlaşılmaya çalışıldı.
    Araştırmanın dikkat çeken sonuçları şöyle:

    KARADENİZLİ HAKİMLER VE SAVCILAR ÇOĞUNLUKTA
    Hâkim ve savcıların doğum yerinin bölgelere göre dağılımında, Karadeniz bölgesi öne çıktı. Doğum yerinin bölgelere göre dağılımını çoğunluktan azınlığa doğru sıralarsak 16 görüşmeci (% 31) Karadeniz , 9 görüşmeci Doğu Anadolu (% 18), 9 görüşmeci İç Anadolu (% 18) , 6 görüşmeci (% 8) Güneydoğu Anadolu, 4 görüşmeci (% 12) Marmara, 3 görüşmeci (% 6) Ege, 3 görüşmeci (% 6) Akdeniz bölgesinde doğduğunu dile getirdi.

    HAKİMLERİN YARISI İNTERNETTEN HABER TAKİP EDİYOR
    Günde birden fazla gazete okuyanların sayısı 38 (% 75) olarak çıkarken, görüşmecilerin 37"si (% 73) gazetede önce yargıya ilişkin haberleri okuduğunu belirtti. Her gün internetten haber takip ettiğini söyleyenlerin sayısı 28 (% 55).

    TİYATRO VE SİNEMAYI İYİ TAKİP ETMİYORLAR
    Uzun zamandır sinemaya gitmediğini söyleyen 16 görüşmeci (% 31), uzun zamandır tiyatroya gitmediğini söyleyen ise 24 (% 47) görüşmeci oldu.
    Genelde tarihi ve siyasi deneme türündeki kitapları okuduğunu söyleyen görüşmecilerin sayısı 30"dur (% 59). “Dinlenmek için ne yaparsınız” sorusuna verilen yanıtlarda, hâkim ve savcıların % 62"si ailesiyle vakit geçirerek dinlendiğini, % 29"u ise kitap okumayı tercih ettiğini belirtti.

    KÖY VE KASABA DOĞUMLULAR ÇOĞUNLUKTA
    Hâkim ve savcıların 14"ü (% 27) kent, 37"si (% 73) köy ve kasaba doğumlu olduğunu söyledi.

    YENİ ANAYASA İSTİYORLAR AMA...
    34 katılımcı Türkiye"nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu söylüyor. 8 katılımcı TCK"nın 301. maddesinin kaldırılmasını, 13"ü ise kalmasından yana olduğunu söylüyor.

    YABANCI DİL BİLEN AZ
    Hâkim ve savcıların 37"si (%73) Türkçeden başka dil bilmediğini söylerken, 14"ü (% 27) Türkçe"den başka bir dil bildiğini ve kullandığını ifade etti. Birden çok yabancı dil bildiğini belirten sadece bir (% 2) görüşmeci oldu.

    İNSAN HAKLARINA KARŞI TEDİRGİNLİK VAR

    Anayasanın 90. maddesine 7.5.2004"te eklenen, “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” şeklindeki düzenleme hakkında görüşleri sorulan hakim ve savcılardan çoğunluğu bu düzenlemeyi olumsuz bulduklarını söylediler. Bu görüşte olan hâkim ve savcılar, söz konusu durumu, “egemenliğin sınırlandırılması”, “içişlerine müdahale” olarak yorumlayıp tedirgin edici bir gelişme olarak görüyorlar.

    YARISI ULUSLARARASI ANLAŞMALARI ÖNEMSEMİYOR
    26 katılımcıya göre insan hakları devlet güvenliği açısından tehdit oluşturabilir. Katılımcılardan 27"si, karar verme aşamasında temel hak ve özgürlüklere ilgili uluslararası anlaşmaları göz önünde bulundurmuyor. 32 hâkim ve savcıya göre adalet, toplumsal barış, devlet ve demokrasi gibi olgular yargılama sırasında tezat oluşturabilir. 32 katılımcı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının Türkiye"ye karşı önyargılı olduğunu düşünüyor. 25 katılımcı AİHM kararlarından dolayı yargılamanın yenilenmesini olumsuz karşılıyor. 33 katılımcı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi"nin Türkiye hakkındaki kararlarını basından takip ediyor. 30 katılımcıya göre, AB uyum yasaları çerçevesindeki düzenlemeler insan hakları gelişimi açısından olumlu. 13"ü ise bu yeniliklerin Türkiye koşullarına uygun olmadığını düşünüyor.

    DEVLETÇİ HUKUKÇULAR ÇOĞUNLUKTA

    Mülakatlar sırasında araştırmacıların “dikkat çekici” bulduğu ifadelerden bazıları şöyle:
    * “İnsan hakları biraz abartılıyor.”
    * “Ben rejimin savcısıyım.”
    * “Ben devletçi hukukçuyum.”
    * “Önce devlet gelir.”
    * “Benim ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem.”
    * “Devlet olmazsa hukuk olmaz, biz de olmayız.”
    * “Diyelim devleti korumaya çalışırken adil olmayabilirsin, adaletten sapabilirsin. Veya adaleti yerine getiriyorum diye devlete zarar verebilirsiniz veya devleti koruyorum diye adalete zarar verebilirsiniz. Mümkündür.”
    * “Devletim olmadıktan sonra benim bireysel özgürlüğüm hiçbir işe yaramaz.”

    SIRADA TOPLUM VE MEDYA VAR
    Projenin henüz sürmekte olan ikinci ayağında, toplumun yargıya yönelik bakışının ana hatlarını ortaya çıkarmayı hedefleyen bir araştırma yer alıyor. Bu amaçla başlatılan saha çalışmaları devam ediyor. Projenin üçüncü ayağında ise medya-yargı ilişkisine odaklanılacak.