Monday, August 27, 2007

Avukatların Yüzkarası

http://www.bugun.com.tr/haberler/280807/p65539.asp

Bugün , 26.08.2007 , Pazar



Avukatların Yüzkarası


Avukatların yüzkarası








Malulen emekli Kaptı tazminatıyla hisseli arazi aldı, dolandırıldığını anladı. Hakkını aramak için avukata başvurdu, 9 yıl sonunda 'Kazandın' deyip eline mahkeme kararı tutuşturuldu. Karar sahte çıktı, Kaptı gözaltına alındı, avukatının dolandırdığını anladı

İstanbul'da bir avukat müvekkilini tam 9 yıl boyunca, sahte hakim, sahte savcı ve sahte mahkeme kararıyla dolandırdı. 1998'de çalıştığı iş yerinde kolu dirsek üstünden kopunca malulen emekli olan Seyit Ali Kaptı (62), tazminatıyla dört hissedarlı bin 200 metrekare arsa aldı. Arazisine bakmaya giden Kaptı, hissedarlardan birinin inşaatı kondurduğunu görünce soluğu belediyede aldı. Kaptı'ya belediyeden 'Git kendine avukat tut' tavsiyesi verildi.

SAHTE HEYETLE SAHTE KEŞİF

Kaptı, avukat Sedat Aydın'a gitti ve dönemin parasıyla bin 500 YTL'lik vekalet ücreti ödedi. Kaptı’nın iddiasına göre avukat Aydın müvekkiline her şeyin yolunda gittiği izlenimini vermek için sahte keşif ekibinin hazırladığı sahte keşif raporunu gösterdi. Aradan yıllar geçmesine rağmen davada bir ilerleme olmadığını gören Kaptı ailesi, avukatı sıkıştırmaya başladı. Avukat, Kaptı ile buluştu, davanın devam ettiğini söyledi ve avukatlık ücretini tahsil etti. Bu görüşme, Kaptı'nın avukatı ile son teması oldu. Avukat, bir daha Kaptı ailesinin telefonlarına çıkmadı. Ta ki 6 ay öncesine kadar. Avukata telefonla ulaşan Kaptı'nın eşi Güler hanım, bir kafede Sarı'nın sekreteri Elif Albayrak'la buluştu. Sekreter, mahkeme kararını Güler Kaptı'ya iletti.

KARAR BOŞANMA DAVASINA AİT

Davayı kazandığına dair kararı alan Kaptı, doğruca Küçükçekmece Belediyesi'ne gitti. Kararın aslının istenmesi üzerine Küçükçekmece Adliyesi'ne giden Kaptı şok yaşadı: Mahkeme kararında yazılı olan 1999/286 esas numarası bir boşanma davasına aitti. Hakim, kararın sahte olduğunu görünce Kaptı ve ailesini savcıya ihbar etti. Kaptı, eşi, kızı ve oğlu gözaltına alındı. İfadelerinin ardından serbest bırakılan Kaptı ailesi soluğu avukatlık bürosunda aldı. Avukat, suçu sekreterinin üzerine attı. Gözaltına alınan Albayrak "Dosyanın içeriğini görmedim" dedi. Kaptı ailesi, avukat Aydın Darıcı aracılığı ile 400 bin YTL'lik maddi ve manevi tazminat davası açtı. Darıcı, avukat Sedat Aydın hakkında suç duyurusunda bulundu. Adalet Bakanlığı soruşturmaya izin verirse Aydın'ın yargılanmasına başlanacak.

Osman ASİLTÜRK (İSTANBUL)

HEPSİ SENARYO

Müvekkilini dolandırma iddiasıyla ilgili olarak BUGÜN'e açıklamalarda bulunan Avukat Sedat Aydın, savcıda verdiği ifadenin aksine, "Tespit davasını açtık ama müvekkil asıl davanın açılmasını istemedi ve dava öylece kaldı" diye konuştu. "Hepsi kafalarından ortaya koydukları bir senaryo" diyen Aydın, "Ortaya çıkacak bir belgeyi hangi mantıkla yapabilirim? Mahkeme kararı denilen kağıdın üzerinde ne mühür ne de kaşe var" sözleriyle kendini savundu. Kaptı'nın avukatı Darıcı ise tespit davasının açılmadığını belirlediklerini söyledi.

Saturday, August 25, 2007

Hakimler nereye koşuyor

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=14436

Fuat Akyol - Aksiyon , Sayı: 506 - 16.08.2004



Hakimler nereye koşuyor


Daha önce “siyasallaşma” tartışmaları ile ağır yara alan yargı, şimdi de mahkemeler ve Yargıtay’daki dava dosyalarına yapılan müdahale iddialarıyla çalkalanıyor. Tam sekiz Yargıtay üyesi, 32 hakim ve savcı ile çok sayıda avukat ve işadamını kapsayan Türk yargı tarihinin en büyük soruşturmasından sonra, yargıdaki temizlik harekatı bitti mi? Şimdi aktaracağımız bilgiler, 21 Ocak 2004 tarihini taşıyan İstanbul’daki bir savcılık soruşturması evrakından alındı. Bu belgede, “captagon ticareti” yaptığı gerekçesiyle cezaevinde tutukluyken 4 Ocak 2004 günü şeker komasına girerek ölen Gaziantepli işadamı Mehmet Ali Yaprak’ın, firarda iken iki savcı ile ilişki kurduğu, birine bir sitede iki daire aldığı, diğer savcının da aynı sitede bir dairesi bulunduğu bilgisi yer alıyor.


Yine, kamuoyunda “Söylemezler çetesi” olarak bilinen gruba yönelik olarak yapılan 22 Haziran 2004 tarihli son operasyonun soruşturmasında, grubun Bakırköy Adliyesi’nde bir hakimle ve Kadıköy Adliyesi’nde bir savcıyla ilişkisi ortaya çıktı.

Son olarak bizzat yargının en tepesindeki isim olan Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya tartışmaların odağına yerleşti. Yargıtay Başkanı’nın, Bodrum’daki evinin tadilatını Alaattin Çakıcı’nın arkadaşı olan müteahhit Süha Hakkı Şen’e yaptırdığı ve Çakıcı’nın Yargıtay’daki davasının “geciktirilmesi” için Özkaya’dan talepte bulunulduğu ortaya çıktı. Alaattin Çakıcı soruşturmasında ismi geçen bir diğer yüksek yargı mensubu ise Yargıtay Genel Sekreter Yardımcısı Ercan Yalçınkaya. Yargıtay Başkanı kendisini savunurken, “Evimi yapan müteahhit Hakkı Süha Şen’e bütün parasını ödedim. Bir gün, MİT görevlisi Kaşif Kozinoğlu’nun benimle görüşmek istediğini söyledi. Müteahhitle birlikte gelen Kozinoğlu, ‘MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’un izniyle geliyorum. Çakıcı davasının erken bitmesi halinde kaçabilir. Elindeki bazı kasetleri MİT’in alması gerekir, dedi. Ona, yargının işleyişine kimsenin müdahale edemeyeceğini söyledim. Bana komplo kurulmuş olabilir. Kozinoğlu hakkında dava açacağım” diyor. Yargıtay Başkanı’nın komployla suçladığı Kaşif Kozinoğlu, halen MİT’in Dış Operasyonlar Dairesi Başkan Yardımcısı olarak görev yapıyor. Özel Harpçi bir subay olan Kozinoğlu 1994’te binbaşı rütbesinde iken MİT’e girdi.

Holding patronunu kasete alan avukat

Yukarıda aktardığımız olaylar, özellikle son yıllarda iyice gündeme yerleşmiş olan yargıdaki suistimal ve yargıyı kirletme çalışmalarının son halkalarından sadece bir kaçını oluşturuyor. Peki Meclis ve hükümetle birlikte devletin üç ayağından biri olarak kabul edilen adalet koridorunda neler oluyor? Son yıllarda özellikle “siyasallaşma” ve siyasi nüfuz etkisi altında kalma tartışmasının odağına yerleşen yargı, şimdi de büyük bir kirlenmenin içine mi sürükleniyor?

Bir kaç yıl önce, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin (DGM) bir hakimi ünlü bir uyuşturucu kaçakçısının arabasında kaza geçirdiğinde; bir ağır ceza mahkemesi başkanı, eşini öldüren müteahhitin cinayet davasında olaya kaza süsü verdiğinde; iki DGM hakimi ve bir savcı uyuşturucu kaçakçılarını bir kaç milyon mark karşılığı serbest bıraktıkları gerekçesiyle meslekten ihraç edildiğinde; bir savcı polisin aradığı “Banker Bako” lakaplı Baki Cengiz Aygün’ü evinde sakladığında veya şarkıcı Bülent Ersoy’a “kadın” kimliği veren hakim, yazı işleri müdürünü kendi yerine defalarca duruşmalara çıkardığında bunlar hep “istisnai” olaylar olarak görüldü.

Bir avukat, üst düzey bir emniyetçi ile birlikte ünlü bir holding patronunu otel odasında genç kızlarla tuzağa düşürerek kasete alıp bunu şantaj malzemesi olarak kullandığında, bazı avukatlar adliye çıkışlarında kurşun yağmuruna tutulduklarında, uyuşturucu davalarına girmesiyle tanınan ünlü bir avukat gündüz saatlerinde İstanbul Beyoğlu’ndaki bürosundan çıkarılıp kaçırıldığında, bazı avukatlar Kartal Cezaevi’nde yatan ünlü müvekkillerine cep telefonu götürürken yakalandıklarında; avukatlar camiasında bunlara “istisna” denildi.

Bir Yargıtay üyesini dönemin Müsteşar Yardımcısı’nın yeğeni kızla uygunsuz şekilde gösteren resimler Adalet Bakanı’nın önüne geldiğinde; bir Yargıtay üyesi, Yargıtay’daki bir gasp davasını takip etmek için 10 bin dolar para ve sucuk—pastırma almak suçuyla yargılandığında; üst düzey bir Yargıtay üyesi mahkemelerde çok sayıda cinayet ve uyuşturucu dosyası olan bir kumarhanecinin güneydeki tesisinde tatil yaptığında; 3 Kasım 1996’da Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı, gerçek kimliği ile ortaya çıkmasını önleyen hukuki problemlerini çözecek hakime, “Onu Yargıtay’a üye seçtiririz” vaadinde bulunduğunda; bu olaylara da yargı çevrelerinde “istisna” gözüyle bakıldı.

Çünkü herkesin gözünde yargı ve adalet, “tuz”’du ve tuz kokmazdı. Hiç kimse tuzun derinliklerine bazı haşerelerin girmeye başladığını ne düşünmek istiyordu, ne de bunu telaffuz etme cesaretini gösteriyordu. Kimse, adliye koridorlarında bir rüzgar gibi esen “Bazı gruplar mahkemelerdeki dosyalarda istedikleri sonuçları alıyorlar, Yargıtay’a üye seçimlerinde etkili oluyorlar” iddialarını duymak dahi istemiyordu.

Ne var ki, Türkiye’nin çeşitli bölgelerindeki adliye saraylarında ve Ankara’da bu olaylar zinciri birbirini izledi. Tıpkı, uyuşturucu kaçakçısının arabasında kaza geçiren DGM üyesi gibi, mahkemelerde çeşitli dosyaları olan bir işadamının arabasında kaza geçiren başsavcılar görüldü. Tıpkı müteahhitin cinayet davasını örtbas etmekle suçlanan mahkeme başkanı gibi, büyük yolsuzluk operasyonlarında rüşvetle suçlanan mahkeme başkanları oldu. Tıpkı, İstanbul adliyelerinde “dosya bağlamayı” iş edinmiş avukatlar gibi, Ankara’da çok daha büyük çaptaki davalarda aynı şekilde iş yapan avukatlar türedi. Tıpkı, 1996’da faili meçhul bir cinayete kurban giden ünlü kumarhanecinin tesisinde tatil yapan Yargıtay üyesi gibi, Kıbrıs ve Marmaris’e tatile giden Yargıtay ve Danıştay üyeleri olduğu soruşturma kayıtlarına geçti. Hatta, İstanbul’da Kavaklı Belediyesi’nde trilyonlarca lira yolsuzluk yapmakla suçlanan grubu yemek masasında bazı Yargıtay üyeleri ile gösteren fotoğrafların varlığı biliniyor.

Doğal olarak bütün bu gelişmeler, “Türk yargı dünyasında neler oluyor? Siyasette, bürokraside ve iş dünyasında uzun süredir varlığını sürdürdüğü öne sürülen büyük yozlaşma yargının da mı derinlerine sızdı?” sorularını gündeme getirdi. Özellikle Ankara’da yapılan geniş kapsamlı iki soruşturmayla, pek çok Yargıtay üyesi, mahkeme başkanı, hakim ve savcı resmen “sanık” durumuna düştü. Ankara Adliyesi’ni kapsayan 2002 Haziran tarihli ilk soruşturmada, mal varlıklarında gelirleriyle örtüşmeyecek şekilde artış gözlenen 13 hakim, iki savcı ve 30 kadar mahkeme yazı işleri müdürünün ismi vardı. Soruşturmanın hedefi, mahkemelere dava dosyaları hakkında görüş sunan bilirkişiler eliyle bu davalarda yapıldığı öne sürülen usulsüzlükleri ortaya çıkarmaktı. Soruşturma sonucunda, Ankara 7. Ticaret Mahkemesi ve 6. Ticaret Mahkemesi başkanlarının görev yerleri değiştirildi.

İki Yargıtay üyesine özel hayat şantajı

Yargıtay’daki büyük temizlik operasyonunun ikinci ayağı çok daha geniş kapsamlıydı. Ankara DGM Savcısı Ömer Süha Aldan, Ankara’daki bazı çok önemli davalarda istekleri doğrultusunda kararlar çıkarmakla suçlanan bir grubu takibe alınca, tam sekiz Yargıtay üyesi ile 32 hakim ve savcı soruşturma kapsamına alındı. Olayın başrolünde bir Yargıtay üyesinin avukat olan oğlu ve etrafındaki birkaç kişi vardı. Savcı Aldan’ın kaleme aldığı 106 sayfalık iddianamede, “Toplam değeri 8 milyar dolar civarında olan yargıdaki bu davaların seyrini rüşvet ağı ile değiştirmeye çalıştılar. Bunun için bazı Yargıtay üyeleri ve hakimleri tehdit ettiler. Sanıkların, hakim ve savcıların atanmasında, hangi mahkemede görevlendirileceklerinde, yüksek yargıda yapılan seçimlerde ve yüksek yargı organlarına üye seçimlerinde etkili olmaya çalıştıkları belirlenmiştir” gibi çok ağır ve sarsıcı suçlamalar vardı. Savcı, “Bu işin içindeki şirketler, bu şekilde usulsüz yargı kararlarını rakipleri olan şirketleri altetmenin bir aracı olarak kullanıyor” demekteydi.

İddianameye göre, müdahale edilen davalar arasında Turkcell — Türk Telekom arasındaki “roaming” davası, Samsun’daki Mobil Santral davası, Pamukbank’ın Danıştay’daki davası, sanıkları arasında İstanbul iş dünyasının ünlü ismi Nazif Edin’in de bulunduğu SSK’ya satılan ilaç ve malzemelerde yapılan katrilyonluk yolsuzluğun davası, hatta Refah Partisi’nin kayıp trilyonları davası vardı. Savcının sekiz yargıtay üyesi, 32 hakim ve savcı ile birlikte suçladığı şu kişiler, olayın ağırlığını yeterince yansıtmaktaydı: Yargıtay üyesi Ergül Güryel’in avukat oğlu Cenk Güryel, Çukurova Holding Yönetim Kurulu üyesi Ersin Pamuksüzer, Show TV Genel Müdürü Saner Ayar, Garanti Bankası Yönetim Kurulu üyesi Ali Can Verdi, Çukurova Holding avukatları Orhan Gemicioğlu ve Galip Altuntaş, Kemer Country’nin sahibi Nazif Edin’in kardeşleri Selim ve Esat Edin, İçişleri eski Bakanı Orhan Eren’in damadı Haldun Erdavran. Savcıya göre yargıyı kuşatmış olan bu girişimler Ankara’daki bir ofisten ve “Kuki” isimli bardan yönetiliyordu. Savcının iddianamesindeki bazı çarpıcı bölümler şöyleydi:

“Cenk Güryel, babasının Yargıtay üyesi olması nedeniyle Yargıtay’da büyük bir nüfuza sahiptir, babasının konumu nedeniyle bazı yargı mensupları bu sanıkla iyi ilişkiler kurmaya çalışmıştır... Sanıklar, isteklerini yerine getirmeyen yargı mensuplarını mesleki gelecekleri konusunda tehdit etmişlerdir... Bu duygu içinde olan yargı mensubunun bir korku hali yaşaması olağandır. Böyle bir korku ortamı yaratılması, hiçbir kişisel menfaati olmayan konuda bazı yargı mensuplarını oluşa veya hukuka aykırı karar vermeye yöneltmiştir... Sanıklar, güçlü oldukları imajını yaratarak yargı mensuplarının gözünü korkutmuşlar, karşı tarafın işinin halli karşılığında aldıkları önemli miktardaki rüşveti tahsil etmişlerdir... Aylarca süren teknik takip sonucu, Yargıtay’da devam eden bazı davalarla ilgili Yargıtay üyeleriyle rüşvet ilişkisi tespit edilmiştir... Sanıklar, iki Yargıtay üyesinin özel ilişkilerini dahi, kendi amaçları için bir şantaj aracı olarak kullanmaya kalkışmıştır... Kimi yüksek yargı mensupları, davaya bakan yargı görevlileri ile temasa geçerek, istenen şekilde karar vermelerini istemişlerdir. Keza bu şekilde karar verilmesi halinde bazı yargı mensuplarına mesleki yükselme ortamı sağlanması teklif edilmiş, kimi için ise tehdit ve baskı yöntemleri kullanılmıştır.”

Savcı’nın suçladığı sekiz Yargıtay üyesi hakkındaki soruşturmayı Yargıtay Başkanlık Divanı yaptı. “Muhakkik” (soruşturmacı) olarak tayin edilen Yargıtay 10. Ceza Dairesi Başkanı Şener Güngör, 20 klasör delille birlikte hazırladığı raporda, Yargıtay üyeleri Ergül Güryel, Hüseyin Demirörs, Seyfettin Çilesiz ve Murtaza Dolu hakkında dava açılmasını istedi. Bu raporda Yargıtay üyesi Güryel, çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve sözü geçen davalarda hakimlere baskı yapmakla suçlanırken, diğer 3 üye çeteye yardım ve hakimlere baskı yapmakla suçlandı. Bu dört üye hakkında son kararı veren Yargıtay Başkanlık Divanı, sadece Yargıtay üyeleri Ergül Güryel ve Hüseyin Demirörs’ün Yüksek Disiplin Kurulu’na sevkine karar verdi, diğer iki üye hakkında ise bir işlem yapmadı. Soruşturma kapsamındaki 32 hakim ve savcı hakkındaki incelemeyi ise Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu yaptı. Müfettişlerin hazırladığı 230 sayfalık raporda, 32 hakim ve savcıdan on birine disiplin cezası, dördüne yer değiştirme cezası istendi.

Ankara’daki bu geniş çaplı soruşturmadan sonra, yargıdan büyük ihraclar beklenirken, bu disiplin kararlarının çıkması doğal olarak çeşitli tepkilere yol açtı. “Soruşturmanın sonucu sizi tatmin etti mi?” sorusunu yönelttiğimiz İstanbul Barosu Başkanı Kazım Kolcuoğlu şu cevabı verdi: “Yargıtay Başkanlık Divanı, suçlanan üyeler hakkında dava açılmasını gerektirecek bir kanıt olmadığı sonucuna vardı. En fazla üzerinde durulan kanıtlar telefon konuşmalarıydı. Bu bantlar kanun dışı delildir diye kabul edilmedi. Bu dinlemelerin mahkeme kararıyla yapılmadığı anlaşılıyor. Ama bütün bunlara rağmen Yargıtay da, kendi mensuplarının gözünün yaşına bakmadan sonuna kadar gitmeli, şu veya bu nedenle bu olaylara karışmış Yargıtay mensuplarına gereken ceza verilmeliydi. En sonunda sanık olarak iki, üç tane avukat açıklandı, ama hiçbir hakim hakkında dava açılmadı. Ancak bir hakimle ilişkisi olursa avukat hakkında dava açılabilir. Avukat rüşveti kendi kendine mi vermiş?”

Büyük davaları alan ilginç isimler

Yargı dünyasında, mahkemeleri ve Yargıtay’ı şaibelerden kurtaracak “etik kurallar” vurgulanırken özellikle şu sorular ön plana çıkıyor: Yargıtay üyeliği seçimlerinde, hakim ve savcı tayinlerinde siyasi etkilerin, yargının içinden veya dışından öteki faktörlerin ne kadar geniş çapta etkisi var? Mahkemelerden ve Yargıtay’dan çıkacak kararları etkileyen “siyasi nüfuz merkezleri” ya da yargının kendi iç yapısı içinde işleyen “nüfuz ticareti”nin önüne nasıl geçilebilir? Eski Yargıtay Daire Başkanları, Yargıtay üyeleri, mahkeme başkanları, eski hakimler ve savcılar görevlerinden ayrıldıktan sonra avukatlık yapmalı mı? Yargıtay Başkanları, Yargıtay üyeleri ile hakim ve savcıların çocukları avukat olarak davalara girmeli mi? Mehmet Moğultay örneğinde olduğu gibi, eski Adalet Bakanları, avukatlık cübbesi giyip mahkemelerde boy göstermeli mi?

Sekizinci Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın avukatlığını yaptıktan sonra özellikle son yıllarda “generallerin avukatı” olarak ünlenen Bilgin Yazıcıoğlu, “Yargıtay’a yapılan üye seçimlerinde dış etkiler ne kadar olur?” sorusuna şu cevabı veriyor. “42 senelik meslek hayatımda, bürokrasinin her yerinde olduğu gibi Türk yargısında da bazen bunların olduğuna şahit olduk. Her hükümet döneminde Yargıtay üyeliği seçimlerinde hatır, gönül işi bazı şeyler olduğu söyleniyor. Bazılarının araya adamlar soktuklarını duymuştum, bana anlatılmıştı. Bu Türkiye cumhuriyeti insanının genlerinden geliyor. Adam kayırmacılığı millet olarak severiz.” Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bazı dönemlerde yaptığı Yargıtay üyeliği seçimlerinde İstanbul’daki bini aşkın hakim ve savcıdan listeye giren hiç kimse olmuyordu. Bu durum, Ankara’da yapılan kulis faaliyetlerinin üyelik seçimlerinde ne kadar etkili olduğuna bir örnek olarak gösteriliyordu.

Yargıda etik tartışmasına yol açan öteki olayların başında ise, bir çok eski Yargıtay daire başkanı, yargıtay üyeleri, başsavcılar ve ağır ceza mahkemesi başkanlarının avukatlığa dönüp önemli dava dosyalarını üstlenmesi geliyor. Örneğin, Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı’ndan emekli olan Zekeriya Dilsizoğlu, avukatlığa başlayınca Urfi Çetinkaya’yı uyuşturucu davalarında savundu. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden (DGM) emekli olan askeri hakim ve savcılar Armağan Güner ile Şener Atılgan, batık banka davalarının odağındaki isim olan Şükrü Karahasanoğlu’nun davası başta olmak üzere İstanbul DGM’deki pek çok davaya avukat olarak girdiler. Emekliye ayrılan İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Ahmet Zeki Polat, görevdeyken yargılayıp beraat ettirdiği ünlü dövizci Hüseyin Dere ile oğlu Okan Dere’nin avukatlığını üstlendi. Onları, zorla senet imzalatmak suçundan yargılandıkları bir davada savundu. Ayrıca Adalet Bakanlığı Uluslararası İlişkiler Genel Müdürü Cenk Alp Durak, bu görevini bıraktıktan sonra Urfi Çetinkaya’nın avukatlığını üstlendi. İstanbul’da sadece Bakırköy bölgesinde on kadar eski mahkeme başkanı ve hakim, bu civarda da hakim ve savcı çocuğu şimdi avukatlık yapıyor.

Özellikle emekli yargı mensuplarının avukat eşleri, çocukları veya yakınları, bazen aldıkları davalarla veya çalıştıkları kurumlarla tartışma konusu oluyorlar. Örneğin Alaattin Çakıcı olayı ile gündemin bir numaralı ismi haline gelen Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın hukukçu olmayan oğlu Erkan Özkaya, ünlü kumarhaneci Sudi Özkan’ın bir turizm şirketinde çalışıyordu. Olay kamuoyuna yansıyınca oğul Özkaya babasının uyarısıyla Özkan’ın yanından ayrıldı. Eski Yargıtay Başkanı Müfit Utku’nun oğlu Murat Utku ve gelini, eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Haluk Yardımcı’nın oğlu Ankara’da avukatlık yapıyor. Yargıtay Dördüncü Hukuk Dairesi üyesi Cengiz Yüksel’in gelini avukat Feyza Yüksel, Ankara’da Şahin Mengü Hukuk bürosunda çalışıyor. Şahin Mengü aynı zamanda ünlü bir medya patronunun avukatlığını yapıyor. Yargıtay 8. Dairesi üyesi Serpil Çetinkol’un eşi Mehmet Çetinkol, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi eski üyesi Şakir Kaleli’nin eşi Aynur Kaleli de avukatlık yapıyor. Avukat Kaleli, Çarmıklı grubunun hukuk bürosunda çalışıyor. İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığından emekli olan Yavuz Abbasoğlu avukatlığa başladığı gibi, halen İstanbul Adalet Komisyonu Başkanı olan eski 3. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Şefik Mutlu’nun kızı ve damadı da avukatlık yapıyor. Yine Yargıtay üyesi Hamdi Yaver Aktan’ın eşi Buket Aktan büyük bir medya grubunda çalışırken; eski İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Avni Bilgin’in Doğuş Holding’de görev aldığı biliniyor. Bu konudaki en ilginç olay, Yargıtay 5. Ceza Dairesi Başkanı Hayrettin Cevheroğlu’nun avukat oğlu Ömür Cevheroğlu’nun, Bolu Adliyesi’ndeki bazı hakim ve savcıların da isminin karıştığı “Bolu çetesi” olarak bilinen davada çete lideri olmakla suçlanan Yusuf Bayrak’ın avukatlığını üstlenmesiydi. İstanbul’un önde gelen finans avukatlarından Ahmet Pekin, bu türden olaylar için şu yorumu getiriyor:

“Avukatlık mesleğini icra ederken o kişi çetenin savunmasını üstlenebilir, çetenin zarar verdiği kişinin de savunmasını üstlenebilir. Burada genel olarak bir yanlışlık yok. Ama etik norm dediğimiz konuda insanın kendi vicdanıyla hesaplaşıp, bu davayı almam doğru mudur, değil midir diye karar vermesi lazım. Ben olsam, benim babam Yargıtay Ceza Dairesinde hakim ise bu davayı almam. Şunu bilin ki yargı dünyasında benim gibi düşünenler çoğunluktadır. Diyeceksiniz bu insanlar hiçbir büroda çalışmayacak mı? Çalışacak, ama yaptığı iş ile bu konu arasında Çin seddi gibi kadar kesin bir sınır, büyük bir hudut olacak. Mesela benim büromda çalışan hiçbir avukat, çaycımız dahil hiç kimse, borsadan hisse senedi alamaz, satamaz. Bizdeki kural budur. Çünkü bu büro ülke ekonomisini doğrudan ve dolaylı etkileyebilecek önemli konularda hukuki hizmet sunuyor. Hazine bonolarının yurtdışına satışında, yabancı bankaların hukuk müşavirliğini yapıyorum. Ne zaman çıkacağını, faizinin ne olacağını daha birinci gün biliyorum. Bankaların sendikasyon kredilerinde, yabancı bankaların hepsine hukuk müşaviri olarak biz hukuki hizmet sunuyoruz. Netice itibariyle bu kredi bankanın kreditibilitesi ile ilgili, bunların içinde hisseleri borsada işlem gören bankalar var. Bu olay borsada işlem gören diğer bankaları da dolaylı olarak etkiler. Ben bu hukuki hizmetleri sunduğum için, daha başlangıcından itibaren olayın içindeyim, nasıl sonuçlanacağını da biliyorum. Ya başarıyla bitecek, o zaman piyasa olumlu etkilenecek. Ya da başarısızlıkla bitecek, piyasalar olumsuz etkilenecek. Normalde, A şirketinin işine bakmıyorsanız, o şirketin hisselerini alır satarsınız, kimse de size hesap soramaz. Ama baktığımız olayın olumlu veya olumsuz sonuçlanmasından bütün borsa etkilenir. O zaman, bu kuralı genişleteceksiniz. Ben bu alanlarda hukuki hizmet veriyorsam, borsada hisse almam, satmam diye kendinize ilke kararı alacaksınız.”

50 bin avukatın kaçı ihrac edildi?

Türkiye Barolar Birliği, bir davada on bin dolar ve hediye pastırma—sucuk aldığından dolayı Yargıtay Yüksek Disiplin Kurulu tarafından kendisine uyarı cezası verildikten sonra emekliye ayrılan Yargıtay üyesi Hüsnü Çağlayan’ın avukatlık yapma talebini geçtiğimiz ay reddetti. Red kararının gerekçesi olarak gösterilen Avukatlık Kanunu’nun 5. maddesi, “avukatlığa yaraşmayacak tutum ve davranışları çevresince bilinmiş olmayı” mesleğe giriş için engel sayıyor. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Avukat Özdemir Özok’a, Hüsnü Çağlayan olayını sorduğumuzda Özok, “Kararımız gayet açık, başka bir yorum yapmama gerek yok” cevabını veriyor. Türkiye Barolar Birliği Başkanvekili Cengiz Tuğral ise, avukatlığa dönmek isteyen eski Yargıtay üyeleri, mahkeme başkanları, hakimler ve savcıların dosyalarının dikkatle incelendiğini belirtiyor. Avukat Tuğral, Hüsnü Çağlayan haricinde de çok sayıda avukatlığa dönüş başvurusunu reddettiklerini vurguluyor.

Tuğral, “Nasıl ki Yargıtay kendi içinde soruşturmalar yapıyorsa, biz de barolar olarak kendi içimizde bunu çok titiz bir şekilde yapıyoruz. Son üç yıl içinde kaç avukatın disiplin cezası aldığını veya meslekten ihrac edildiğini yakında ilan edeceğiz” diyor. Türkiye çapında sayıları 50 bin olan avukatlar arasında isimleri şaibeli olaylara ve yargıdaki rüşvet iddialarına karışanlar hakkındaki ihraç kararlarında son sözü, 11 kişilik Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu veriyor. Tuğral, “Sizce haklarında soruşturma açılan hakimler ve savcılar için yapılan işlemler tatmin edici mi?” sorusuna ise, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bu konuda çok titiz davrandığını biliyoruz. Bir hakim ve savcı hakkında sadece bir dedikodu olması halinde dahi meslekten ihraç kararı veriliyor.” cevabını veriyor.

Mehmet Moğultay ve Kölük kardeşler davası

Yargı dünyasında son dönemde meydana gelen bir olay, özellikle dikkat çekti. DYP—SHP koalisyon hükümetinde 1994—95 döneminde Adalet Bakanı olarak görev yapan Mehmet Moğultay, 10 Haziran 2003 günü sürpriz bir biçimde avukatlık cüppesini giyip İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki bir davaya girdi. Davanın konusu oldukça ilginçti. Olay, İstanbul’da “Halıcı cinayeti” olarak biliniyordu. Halıcı Melih Atay, 17 Temmuz 2001 günü İstanbul’da öldürülmüştü. Yapılan soruşturma sonucunda, cinayetin azmettiricisi olarak Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği TÜSİAD üyesi Malatyalı ünlü işadamı İsmail ve Cemal Kölük kardeşler tutuklandılar. Savcıya göre, Melih Atay, Kölük kardeşlerin İstanbul Cağaloğlu’nda otel inşaatı olarak başlayıp, otoparka çevirdikleri inşaatı belediyeye şikayet edince, Kölük kardeşler Atay’ı 100 milyar lira karşılığında öldürtmüştü. Kölük kardeşler, katıldıkları Başbakan Bülent Ecevit’in Amerika gezisi dönüşünde 19 Ocak 2002 günü uçaktan indiklerinde polis tarafından gözaltına alındılar ve mahkemece sorgulanıp tutuklandılar. Yargılama İstanbul 5 nolu DGM’de başladığında onları, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde temsil etmiş ünlü bir avukat olan Şükrü Alpaslan savundu.

Ancak dava sürerken Kölük kardeşler Avukat Alpaslan’ı azledip, eski Adalet Bakanı Mehmet Moğultay’ı avukat olarak tuttular. 10 Haziran 2003 günü avukat cüppesini giyip Beşiktaş’taki İstanbul DGM binasına gelen Moğultay gazetecilere, “16 yıldır cüppe giyip duruşmalara çıkmamıştım. Kölükleri tanıdığım ve suçsuz olduklarına inandığım için davayı aldım” demekteydi. Bir süre sonra, İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi eski Başkanı Adil Güleşçi de Kölük kardeşlerin avukatlığını üstlendi. Yargılama sonucunda, Kölük kardeşler 12 yıl dokuzar ay ağır hapis cezasına çarptırıldı. Ancak Avukatlar Moğultay ve Güleşçi, bu kararı Ankara’da Yargıtay 1. Ceza Dairesi’nde bozdurdular. Avukatların temyiz başvurusunu inceleyen Yargıtay Dairesi, Kölük kardeşlerin cinayet olayıyla ilgileri olmadığına karar verince, mahkeme iki yıl cezaevinde tutuklu kalan Kölük kardeşleri tahliye etmek zorunda kaldı.

İstanbul Barosu Başkanı Avukat Kolcuoğlu, “Eski adalet bakanları, Yargıtay başkanları ve Yargıtay üyeleri avukatlık yapmalı mı?” sorusuna çok net cevap veriyor: “Bugüne kadar eski Yargıtay başkanlarından avukatlık yapan hiç olmadı. Ama eski adalet bakanlarından çoğu avukatlıktan gelme olduğu için, çok yaşlı olmayanları bakanlık görevini bıraktıktan sonra avukatlığa dönüyor. Bana göre bu etik değil. Eğer, Adalet Bakanı hakim ve savcı tayinlerini yapan, Yargıtay üyelerini seçen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) başkanı olmasaydı, etik olabilirdi. Ama HSYK başkanlığını yapıyor, Yargıtay’a üye seçimlerinde etkili oluyor. Sonunda avukat olarak aldığı dava, Ankara’da seçtiği üyenin önüne gidiyor. Veyahut öteki üyelerle bakanlık görevi sırasında çok ilişkisi olmuştur.”

Avukat Bilgin Yazıcıoğlu da benzer görüşler dile getiriyor: “Adalet Bakanı iken onun döneminde seçilmiş bir Yargıtay üyesi varsa, bu üye tabii ki ona karşı daha yumuşak olacak. Bırakın Adalet bakanlarını Amerika’da, Avrupa’da ve diğer ülkelerin yüzde doksanında Yargıtay üyeleri, ağır ceza reisleri, emekli hakimler veya savcılar avukatlık yapmıyor. Görevdeyken ona zaten emekliliğinde yetecek kadar bir maaşı veriyor. Şimdi bizde bir hakim, Yargıtay üyeliği yapıyor, ağır ceza reisliği yapıyor, sonra gelip büro açıyor, avukatlığa başlıyor. Kanuna göre, iki yıl süreyle görev yaptığı mahkemedeki davalara giremez. Ama diğerleriyle de yıllarca beraberdi, birlikte çay içti. Kanun, sadece iki yıl süreyle ayrıldığı mahkemedeki davalara bakamaz diyor. Bunlar, yargı reformunda gözönünde bulundurulması gereken hususlar. Örneğin, görevi bıraktığı şehirde avukatlık yapamaz denebilir. Esasında bana göre, hiç avukatlık yapmasınlar.”

Eski Adalet bakanları içinde avukatlığa dönenler arasında, Mehmet Moğultay haricinde Mehmet Topaç ve Şevket Kazan var. 1988—89 arasında Adalet Bakanlığı yapan Mehmet Topaç, 30 Eylül 1994 tarihinde DEV—SOL’un saldırısı sonucunda Ankara’daki avukatlık bürosunda öldürülmüştü. Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk, şimdi Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde anayasa hukuku derslerine girerken, yine bir eski adalet bakanı olan Mahmut Oltan Sungurlu ise şu anda Ülker gurubunda hukuki danışmanlık yapıyor. Kısa bir süre Adalet Bakanlığı yapan Hasan Denizkurdu da şimdi Yaşar Holding’in en üst düzey yöneticisi konumunda. Avukat kökenli bir siyasetçi olan eski Başbakan Yıldırım Akbulut ise, bir süre otomobil bayiliği yaptıktan sonra dört ay önce Ankara’da yeniden avukatlığa başladı.

Mankenler ve bazı kadın avukatlarla tuzak

Yukarıda sıraladığımız yargıda etik çerçeveyi zorlayan olaylar serisi ve bütün olumsuzlukların yanında, 10 bin civarında hakim ve savcının görev yaptığı Türk yargısına öteki pencereden baktığımızda ise karşımıza şu manzara çıkıyor. Yüzlerce hakim ve savcı evlerine servis otobüsü ile gidip geliyor, günde 70—80 dosyaya bakıyor. Bazıları cumartesi, pazar bile bu dosyaları evinde okumak zorunda kalırken, bazıları da dosyaları mahkeme binasından çıkarmak yanlış anlaşılır deyip cumartesi—pazar adliyeye gelerek dosyaları okuyup bitirmeye çalışıyor.

Öte yandan yargı dünyasında tertemiz bazı hakimler ve savcılar hakkında kasıtlı söylentiler çıkarıldığı, hiç ilgileri olmadığı halde bazı olaylara isimlerinin karıştığı da biliniyor. Bu konudaki en çarpıcı olaylardan biri yakın zamanda İstanbul’da yaşandı. Bir gün, cezaevindeki bir uyuşturucu kaçakçısının telefonunu dinleyen narkotik polis, bu kişinin bayan avukatı ile konuşmasını kayda aldı. Avukat bir savcının ismini anarak, “Senin işini halletmem için ona 50 bin dolar vermem lazım” demekteydi. Narkotik polis bu kaydı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na ulaştırınca inceleme yapıldı. Yapılan soruşturmanın sonucu ilginçti. Çünkü bayan avukatın ismini andığı bu savcının sözkonusu dava dosyası ile uzaktan, yakından ilgisi yoktu. Ve uyuşturucu kaçakçısından bu 50 bin doları kendisi için koparıyordu.

Bazı avukatların çevirdiği bu oyunların ilginç bir örneğini de Bilgin Yazıcıoğlu anlatıyor: “Yıllar önce duyduğum bir olayı anlatayım. İstanbul’da iki avukat mahkeme kapısına gidiyorlar, davayı dinliyorlar. Dava ya red olur, ya kabul olur. Diyelim ki bu davanın değeri 50 bin lira. Bu avukatlardan biri talebi red olanın yanına sokuluyor. Kartım bu, gelin görüşelim, davayı Yargıtay’da kazanırsam sizden 25 bin lira alırım diyor. Öteki avukat da, dava lehine biten kişinin yanına gidiyor, ona kartını veriyor. Sizden para istemiyor

Avukatın etiği olur mu ?

http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=21755

Murat Aydın - Aksiyon , Sayı: 223 - 13.03.1999



Avukatın etiği olur mu ?


Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Filipinler’den dönüş yolculuğunda... Etrafı gazeteciler tarafından çevrilmiş.. Herkes o gürültülü ortamda Demirel’in söylediklerini duymaya ve kayda geçirmeye çalışıyor. Demirel, bu ortamda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın savunmasıyla ilgili bir soruya fıkrayla cevap veriyor:


“Adamın biri büyükçe bir kümese dalmış. Tavukları ve yumurtaları çalarken suçüstü yakalanmış. Mahkemede ‘avukat isterim’ diye tutturunca hakim şaşkın bir halde, ‘Kümesten tavukları çalarken suçüstü yakalanmışsın, kümes de senin olmadığına göre avukat sana ne yapacak?’ diye sormuş. Hırsız gayet sakin bir tavırla ‘Valla hakim bey ben de onu merak ediyorum!’ diye cevap vermiş.”

Türk insanı kanlı örgütün elebaşısı yakalanıp Türkiye’ye getirilene kadar, böylesine yargılama, hâkim, savcı, avukat gibi hukuki konularla meşgul olmamıştı. Yargılama sürecini herkes pür dikkat izliyor. En çok merak edilen konulardan biri, Öcalan gibi binlerce insanın ölümünden sorumlu olan bir katili savunacak avukatın çıkıp çıkmayacağıydı. Bazı barolardan bile “Bizden o katili savunacak avukat çıkmaz” şeklinde açıklamalar geliyordu. Ne var ki, bu gelişmeler yaşanırken “adil yargı”nın en önemli araçlarından biri olan “savunma” güme gidiyordu.

Yaşanan bütün bu olaylar 40 bin avukatın bulunduğu Türkiye’de, akıllara art arda şu soruları da getirmeye başladı: “Avukatlar suçu ne olursa olsun herkesi savunmalı mı? Avukat savunduğu sanıkla aynı mı tutulmalı? Suçluları savunanlar, işlenen suçu da savunmuş mu oluyorlar?

Avukat sanığın suç ortağı mı?

Kanunlarda “kamu hizmeti ve serbest bir meslek” olarak ifade edilen avukatlığın amacı, “hukuki ilişkilerin düzenlenmesi, her türlü hukuki mesele ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesi konusunda yargı organlarına yardım etmek” olarak açıklanıyor. Avukatın tanımı ise “hukuki bilgi ve tecrübelerini adalet hizmetine ve kişilerin yararlanmasına tahsis eden kişi” şeklinde.

Türkiye’de savunmanın ve avukatlığın yanlış anlaşıldığını söyleyen Istanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, avukatı suçluyla özdeş görmenin büyük bir hata olduğunu vurguluyor: “Savunma yargının olmazsa olmaz kurumlarından biridir. Savunmanın olmadığı yerde adil yargılama da olmaz. ‘Zaten adamın suçu belli, savunmaya ne gerek var’ derseniz, o zaman ‘yargılamaya da gerek yok’ diyebilirsiniz. Ancak hukuk devleti olduğumuzu iddia ediyorsak, her şeyin hukuka göre olması gerekir. Katili savunmak adam öldürmeyi de savunmak anlamına gelmez. Hakim nasıl mahkemeyi, savcı ise iddia makamını temsil ediyorsa, aynı şekilde avukat da savunma kurumunu temsil eder.”

Sayman’ın anlattığına göre 27 Mayıs Ihtilalinden sonra Adnan Menderes, Celal Bayar, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu tutuklanıp Yassıada Mahkemeleri kurulunca, zamanın Istanbul Barosu yönetimi bu insanları “vatan haini” ilan ederek, devlet yönetiminde bulunmuş bu kişilerin savunulmaması yönünde karar almış. Istanbul Barosu’nun bu kararına rağmen üç avukat Hüsamettin Cindoruk, Burhan Apaydın ve Orhan Apaydın savunmayı üstlenmişler. O gün böyle hukuksuz bir karar alan Istanbul Barosu’nun şimdiki başkanı Yücel Sayman, “Iyi ki bu avukatlarımız cesaret gösterip savunmayı üstlenmişler, aksi takdirde o hukuksuz uygulama emsal teşkil edecek ve belki de bazı davalar için savunmasız yargılama teamül haline gelecekti” diyor.

Savunma hakkının diğer hak ve özgürlükler gibi insanlara yaratılıştan bahşedildiğini, bu nedenle kutsal olduğunu söyleyen Av. Muharrem Balcı ise herkesin savunma hakkına sahip olduğunu belirtirken “Bu hakkı birilerine tanıyıp, birilerine tanımamak hakkın kendisiyle çelişki arz eder” şeklinde konuşuyor.

Hukuk herkese lâzım

Hukukun kişilere göre değişime uğraması teorik ve pratik açıdan kabul edilebilir bir şey değil. Hukukçular, bu ilkenin önemini vurgularken, “hukuk ve ilkeler en acımasız kâtilde bile ayakta kalabilmelidir” görüşünü dile getiriyorlar. Öcalan’ın avukatlığını üstlendiği için tepkileri üzerine çeken Av. Ahmet Zeki Okçuoğlu da, kendisinin bir avukat olarak savunmayı temsil ettiğini, davada yer alan hakim ve savcılar gibi aslında bir kamu görevi üstlendiğini söylüyor. Şu anda avukatlık yapan emekli Askeri Hakim Ümit Kardaş ise, savunma hakkının aynı zamanda demokrasinin de özü olduğunu vurguluyor ve “Eğer insanları hukuksal platformda yargılayacaksanız ona savunma hakkını da tanımanız gerekir” diyor.

Söz savunamamanın!

Bu konunun Öcalan dolayısıyla gündeme gelmesinin aslında çok yanlış olduğuna dikkat çeken Kardaş, “Sanki sadece bu davada savunmaya gereken yer verilmiyormuş imajı oluşturuluyor. Oysa bizim insanlarımızın savunma noktasında çok önemli eksiklikleri var. Adil yargılamanın gerçekleşmesi için savunma dahil bütün aksaklıkların ortadan kaldırılması gerek. Bunu da Avrupa istiyor diye değil kendi insanımız için yapmalıyız. Çünkü bu kurallar bugün başkası içinse yarın bize lazım olur” şeklinde konuşuyor.

Avukat Kezban Hatemi de, “Herkese avukat tutma imkanı ve avukat için de toplum baskısından endişe etmeksizin vekaleti üstlenme imkanı tanımak gerekir. Aksi takdirde bir çok adli hata olacak veya o sırada hakim olan kamuoyu baskısı ile adalete uygun olmadan verilmiş kararlar önlenemeyecektir” diyor. Avukatlığı, “Bir hakkın zayi olmasını önleme mesleği” olarak tarif eden Kezban Hatemi bir noktaya dikkat çekiyor: “Ancak, haksız yere başkasını mahkum ettirmek isteyen bir kişinin vekaletini de üstlenmemelidir.”

Hatemi, Ceza Hukuku alanında durumun farklı olduğunu da belirterek, “Bir kimse suçlu da olsa, somut olayın şartlarına göre mutlaka tek tip ve aynı ağırlıkta bir ceza verilmesini hak etmemiş olabilir. Yahut, görünürde suçlu görülse bile kendisinin de farkında olmadığı bir hukuka uygunluk sebebi veya hafifletici sebep söz konusu olabilir” diyor. Bir avukatın meşrû imkanlardan yararlanarak müvekkilini savunabileceğini söyleyen Hatemi, “Müvekkilinin suçlu olduğunu bilen bir avukat müvekkilini beraat ettirmek için değil, fakat hakkaniyet gereği verilmesi gereken cezadan daha ağır bir ceza verilmesinden kurtarmak için her türlü meşru yola başvurabilir. Ancak suçlunun hak ettiği cezaya uğramasını önlemek, beraatini sağlamak için başvurulacak yollar hiç bir şekilde meşru sayılamaz” şeklinde konuşuyor.

Kendisini kurtaran avukatı öldürdü

Merak konusu olan bir konu da avukatların açıkça suçlu olsalar bile savunmasını üstlendikleri müvekkillerini kurtarmaya çalışmalarının ne kadar doğru ve ahlaki olduğu. Bu konuda geçtiğimiz günlerde Portekiz’de avukatlar açısından ibret verici bir olay yaşandı. Sarhoş olarak araba kullanırken yakalanan 27 yaşındaki Sophia Lagoa adlı bir sanık, kendisini mahkemede başarılı şekilde savunarak ceza almasını önleyen avukatını yine sarhoş vaziyette araba kullanırken ezerek öldürdü. Olay şöyle gelişiyor: Sophia beraatini, bir bara gidip rom içkisi içerek kutluyor. Iyice sarhoş olduktan sonra da arabasına atlayıp gaza basıyor. Tam o sırada mahkemeden çıkan avukatı Eduardo Borja’ya çarpıyor. 20 metre araba altında sürüklenen “başarılı” avukat hastaneye kaldırılırken ölüyor.

Mesleğe, “kanuna, ahlaka, mesleğin onuruna ve kurallarına uygun davranacağına namusu ve vicdanı üzerine and içerek” başlayan avukatlardan bazılarının bu yemine tam anlamıyla sadık kaldıklarını söylemek zor. Al Pacino’nun baş rol oynadığı “Şeytanın Avukatı” adlı filmde olduğu gibi, bazı avukatlar müvekkilleri gerçekten suçlu bile olsa başarma hırsıyla davayı kazanıp müvekkillerini kurtarmak için her yola başvurabiliyor. Bu “yol”lar arasında sanığı yalan ifade vermeye yönlendirmekten rüşvet vermeye kadar bir çok şeyin girdiği ifade ediliyor.

Hakimi tanıyan avukat aranıyor !

Bu durum aslında Türkiye’de de çok farklı değil. Mesleğe iki yıl önce adım atan genç avukatlardan Muharrem Bayındır, Hukuk Fakültesi’nde gördükleri teorik ve idealist hukuk bilgileriyle pratiğin çok farklı olduğunu, hatta çoğu yerde çeliştiğini ifade ediyor. Av. Ümit Kardaş ise, yargının içinde bulunduğu çıkmaz nedeniyle avukatların, yargıyla vatandaş arasında zor durumda kaldığını söylüyor. Avukatların en çok dile getirdikleri şikayetlerden biri insanların kendilerine farklı taleplerle gelmeleri ve kanunsuz işlerini kılıfına uydurmak için yardım talep etmeleri. Anlatılanlara göre davasını vermek için avukata hâkim ve savcı tanıdığı olup olmadığını soranlar bile var.

Nitekim, avukatlık meslek kurallarına aykırı davranan çok sayıda avukata bağlı bulunduğu baro tarafından disiplin cezası verilmiş. Mesela Istanbul Barosu tarafından yaklaşık 1400 avukat hakkında rüşvet başta olmak üzere, çeşitli nedenlerden soruşturma açılmış. Türk Ceza Kanunu’nda da avukatların rüşvet almaları ya da vermeleriyle ilgili düzenlemeler var. Ancak bu düzenlemelerin yeterli olmadığı belirtiliyor. Bazı meslektaşlarının mesleğin saygınlığına ve onuruna uygun düşmeyecek tarzda çalıştıklarını söyleyen avukatlar, bunlar için daha ciddi yaptırımlar ve cezalar getirilmesi gerektiği görüşünde birleşiyorlar.

Avukatlar kendilerini savunamıyor

Avukatların görevleri ile ilgili kamuoyunda söz konusu tartışmalar yaşanırken, avukatlar da Türk yargı sistemi içinde savunmaya gereken önemin verilmediğinden, hatta avukatların yargılamanın asli bir unsuru olarak görülmek istenmediğinden şikayet ediyorlar. Buna örnek olarak da mahkeme salonlarındaki düzenleme gösteriliyor. Bir çok Batılı ülkede savcının mahkeme salonunda kürsüde değil aşağıda avukatla aynı hizada durduğunu ve eşit şartlarda görev yaptığını söyleyen Av. Ümit Kardaş, “Bizde ise savcı devlet koruması altında kürsüde oturur, hatta mahkeme heyetinden biri gibi durur. Avukatı ne kadar sanıkla özdeşleştirmemek gerekir desek de, mahkeme salonlarında avukat sanık gibi kalıyor” diyerek, bu uygulama sebebiyle demokratik olmayan bir görüntü ortaya çıktığını vurguluyor.

Av. Muharrem Balcı da “Dünyanın hiç bir yerinde hakimlerle savcıların duruşma sırasında fis—kos yaptıklarına tanık olmak mümkün değildir” diyor. Anayasada “yargı” ana başlığı altında “savunma” ile ilgili bir tek cümle bile olmadığını söyleyen Av. Balcı, adil yargılama için savunmanın iyileştirilmesi gerektiğini belirtiyor.

Türkiye genel manada avukatlık mesleğini ve etiğini tartışadursun, umarız avukatlar da şikayette bulundukları bu haklarını elde etmek için kendilerini destekleyecek “avukatlar” bulurlar.

Tuesday, August 14, 2007

Anayasa Mahkemesi üyesini 'intihal cezası'ndan doçentin feragati kurtardı

http://www.zaman.com.tr/webapp-tr/haber.do?haberno=575909

Zaman , 14 Ağustos 2007, Salı



Anayasa Mahkemesi üyesini 'intihal cezası'ndan doçentin feragati kurtardı


Anayasa Mahkemesi Üyesi Dr. Serdar Özgüldür'ü intihalle suçlayan Doç. Dr. Ömer Anayurt, davasından sessiz sedasız feragat etti.

Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Anayurt, Özgüldür'ün bir doktora tezinin, kendisinin master tezinden "intihal" olduğunu iddia etmişti. Bu nedenle Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi'nde dava açmıştı. Anayurt, özgün, bilimsel eserinden kaynak göstermeden alıntı yaptığı gerekçesi ile Özgüldür'den 75 bin 500 YTL maddi ve manevi tazminat talebinde bulunuyordu. Ancak olayın medyaya yansımasından sonra davada ilginç bir gelişme yaşandı. Davanın 21 Aralık 2006'daki ilk duruşmasından sonra ikinci duruşmayı beklemeden 22 Ocak 2007'de mahkemeye başvuran Anayurt davadan feragat etti. Özgüldür'den 75 bin 500 YTL talep eden Anayurt'un neden feragat ettiği ise bilinmiyor. Özgüldür'ün avukatı Oğuz Büyüktanır ise Anayurt'un davadan feragat ettiğini doğruladı. Özgüldür, Anayasa Mahkemesi'nin asker üyesi olarak biliniyor. Kıdemli Albay Dr. Serdar Özgüldür, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi genel sekreteri iken Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından 2004 yılında Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçilmişti. Özgüldür, 2020 yılında yaş haddini dolduruncaya kadar görevinde kalacak.

Söz konusu davada Türkiye'de ilk kez bir Anayasa Mahkemesi üyesi intihal suçlaması ile yargılanıyordu. Sakarya Üniversitesi Anayasa Hukuku Bilim Dalı'nda doçent olarak görev yapan Anayurt, 1989'da hazırladığı, 'Türk Hukukunda İdarenin Kusura Dayalı Sorumluluğu' isimli master tezinden çalıntı yapıldığı iddiası ile Ankara Fikri ve Sınai Haklar Hukuk Mahkemesi'ne başvurdu. Anayurt, Dr. Özgüldür'ün doktora tezi olan 'Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Kararları Işığında Tam Yargı Davaları' isimli eserinin önemli bölümünün kendisinin tezinden 'intihal' olduğunu iddia etti. Özgüldür'ün, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'ne 1994 yılında sunduğu doktora tezi, genişletilip güncelleştirilerek, aynı başlık altında 1996 yılında Ankara'da kitap olarak basıldı. Anayurt, bu nedenle Özgüldür'den 75 bin 500 YTL tazminat talep etti. Anayurt'un avukatları ise müvekkili için 75 bin YTL manevi tazminat ile eserden gelir elde edilmesinden dolayı 500 YTL maddi tazminat talep etti. Özgüldür'ün avukatı Oğuz Büyüktanır 21 Aralık 2006'da mahkemeye cevap yazısında aradan 10 yılı aşkın süre geçtiğinden yola çıkarak, "Dava konusu haklar zamanaşımına uğramıştır." dedi. Büyüktanır, 'intihal' iddialarını reddederken, alıntı yapılan bölümlerin tezin asıl konusu olmadığını vurguladı ve bazı alıntıların 'dikkatten kaçtığı' için referans gösterilemediğini kaydetti. Davacı avukatları Kezban Yıldız ve Burhan Yıldız ise bu cevaba karşı cevap yazısı gönderdi. Zamanaşımı talebini reddeden avukatlar, "Bilimsel aklanma hukuksal kaçınmadan her zaman evladır." görüşünü bildirdi. Bu konuda YÖK Başkanlığı'nın 9 Haziran 2005 tarihli "intihale" dair suçlara ilişkin kararı hatırlatılarak zamanaşımının imkansız olduğu kaydedildi.

Erkan Acar