| |||
Hüseyin Özalp , 24.09.2007 , Star Gazetesi Bu davanın iddianamesinde mağdurlar, Olga K., Elena S., Saıda B., Seme D., Svetlana P., Emma A. isimlerini taşıyor. Sanık ve şüpheli hanesinin karşısında ise MHÇ adlı bir hakimin adı var. SUÇ: İnsan Ticareti Yapmak, Örgütlü Fuhuş Yaptırmak, Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurmak. Hakim hakkında 24 yıla kadar hapis isteyen savcı Erkan Boyacı’nın iddialarını sıralayalım: Asıl adı Zaryma olan ve sonradan adını Zara olarak değiştiren kadın satıcısı Zara Çetin’e soyadını vermek. Kadınlara kendini savcı olarak tanıtıp, darp etmek suretiyle paralarını elinden almak. ‘Sizi hapse attırırım’ diye tehdit etmek. Yurtdışından ülkeye gelen kadınları karşılamak. Yurda girişlerinde sorun çıkan kadınlara bizzat ve tanıdıkları aracılığıyla yardımcı olmak. Çankaya ilçesinde kiralanan dairelerde kadınların çaresizliklerinden istifade ederek fuhuş sektörüne sokmak. Erkeklerin bulunduğu otellere yönlendirerek fuhuş yaptırmak. Kadınların sürekli kontrol altında tutulması ve ayrılıp gitmelerini önlemek. Telefon konuşmalarıyla zaman, yer ve ücret konusunda talepte bulunanlarla Zara Çetin arasında irtibat kurarak kadın temini konusunda organizasyon yapmak. Zara Çetin’in talimatları doğrultusunda fuhuş yaptırılan mağdurları kaldıkları evde gece geç saatlerde kontrol etmek. Mağdur sanıklar ifadelerinde paralarının yarısını MHÇ ve Zara Çetin’e verdikleri gibi ayrıca kira karşılığında da 200’er dolar ödediklerini belirtiyor. Kenedy Caddesi’ndeki evin, kendisini avukat olarak tanıtan hakim adına kiralanması ve ev sahibi ile yaşanan sorunlar da mahkeme dosyasına giriyor. Evin kirasının hakim tarafından ödenmesi ve 46865... numaralı telefonun da kendi adına olduğu belirtiliyor. Fuhuş yaptırmak amacıyla Abay Kunanbay Caddesi’nde evi kiralarken kendini muhasebeci olarak tanıtıp güven telkin ettiği belirtiliyor. Bu evde kalan Svetlana P. isimli kadının kullandığı ve fuhuş işi için haberleşmede kullanılan 053896049.. numaralı cep telefonunun da hakim MHÇ adına kayıtlı olduğu vurgulanıyor. Zara Çetin ile hakim MHÇ arasında para alışverişinin de tespit edildiği kaydediliyor. Hakim MHÇ iddiaları reddediyor ve savcıya ‘iddianameyi sanki ben p...mişim gibi hazırlamış’ diye tepki gösteriyor. Ama dava dosyasındaki deliller bunlarla sınırlı değil. İşte hakimin telefonda konuştuğu mevzular: ‘Şimdi iki tane var. Bence şeyi al, yani ötekini alabilirsin, çok iyi muamelesi var onun. Bunu ben sana göndereyim, saat yarımda gönderteyim... 100 dolar verecek derim. O zaman bana şeyi, oda numarasını verirsin... Genç de yalnız yeni geldiği için, böyle olduğu için çok talep var diyor. Saatlik mi alacak, sabaha kadar mı alacak? İki saatlik alırsan 100 dolar de sabaha kadar olursa 250-300 arası bir şey versin işte... Bi de şey, taksi parasını verecek, o ayrı... Sen saatini söyle, bi de şeyini söyle ki şimdiden... Nerde kalacak? He anladım 303. Gece 12’de. Ona 200 dolar verecekler... Bi kişi di mi bi kişi? Tamam konuşuyum da seni arayım... Kaç tane? Hı, tamam o zaman sen kesin şey yapacaksan ben ayırtayım... Kıza da söyle 100 dolar verecek... Hakimin babası, oğlunun serveti konusunda bilgi vermedi. ‘Ben oğlumun ne kadar malı olduğunu nerden bileyim’ dedi. Ama Adalet Bakanlığı müfettişleri hakim MHÇ’nin banka hesabında tam 2.8 trilyon lira (2.8 milyon YTL) olduğunu belirledi. Önümüzdeki Perşembe bu davanın Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’nde duruşması var. |
Monday, September 24, 2007
Kadın satmaktan yargılanan hakimin hesabında 2.8 trilyon
http://www.stargazete.com/index.asp?haberID=29014
Sunday, September 23, 2007
Türkiye ‘yargı devleti’ mi oluyor?
http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=27361
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü aday göstermesinin ardından yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi ilk oylaması, Meclis’teki tarihî sahnelerden biriydi. CHP’nin başvurusuyla Türkiye’de ilk defa bir cumhurbaşkanlığı seçimi mahkemelik oldu. Anayasa Mahkemesi’nden Ankara’yı bilenler için sürpriz olmayan bir karar çıktı. Yedisi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ikisi Süleyman Demirel ve ikisi ise Turgut Özal döneminde atanan mahkeme üyeleri CHP’nin başvurusunu kabul etti. Bu kararla Türkiye bir ilki daha yaşadı; cumhurbaşkanlığı seçimi yargı tarafından durduruldu. Mahkemenin hükmü, tartışmaları da beraberinde getirdi. Birçok çevre, kararı ‘siyasi’ olarak nitelendirirken başka bir tartışmanın konusu ise şöyle: “Acaba Türkiye hukuk devleti değil de kanun devleti mi oluyor artık?”
DEMOKRASİ DEĞİL, YARGITOKRASİ!
Kanun ya da yargı devleti veya yargıçlar iktidarı, uluslararası literatürde kullanılan bir kavram. Kavramın ilk ortaya çıkışı 1929-1933 yılları arasına rastlıyor. O yılarda buhranlı bir dönem yaşayan ABD’nin Başkanı Franklin Roosevelt’in reformlarına karşı çıkan Amerikan Yüksek Mahkemesi “Anayasa yoktur, Federal Mahkeme vardır” diyerek başkanın ve yasamanın yetkilerini de önemli ölçüde kullandı. O dönem Roosevelt ile Federal Mahkeme arasında geçen çekişme ‘yargıçlar iktidarı’ olarak literatüre giriyor.
Hukukçuların çoğu, Anayasa Mahkemesi’nin kararını ‘siyasi’ olarak nitelendirirken gerekçelerden biri Genelkurmay Başkanlığı’nın gece yarısı açıklamasıydı. AK Parti karşıtlığı ve tabii CHP lideri Deniz Baykal’ın ‘tehditkâr’ sözlerinin de ‘etkisi’ yadsınamazdı… Peki, kararla Anayasa’nın çiğnendiğini öne süren hukukçulara göre “yargı devleti” veya “yargıçlar iktidarı” Türkiye’de ne anlama geliyordu?
Türkiye’nin temel meselesini, uzun zamandır tesis edilmeye çalışılan “yargıçlar iktidarı” olarak görüyor Doç. Dr. Mustafa Şentop. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Şentop, yargıçlar iktidarını “yargının yürütme ve yasamaya dair yetkileri de üstlenerek karar vermesi” şeklinde yorumluyor. Anayasal sistem için de bunu en büyük tehlike diye tarif ediyor. Şentop, Anayasa’nın ikinci maddesinde geçen ‘hukuk devleti’ kavramını diğerlerinden ayrı tutarak bunun en temel kavram olduğuna dikkat çekiyor: “Cumhuriyetin temel ilkeleri sayılırken demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti deniliyor. Hukuk devleti sona koyularak bir vurgu yapılmıştır. Laiklik ve sosyallik, hukuk devletinin nitelikleridir. Ana ilke hukuk devletidir; bu yüzden herkesin hukuk çerçevesinde hareket etmesi lazım.” diyor.
28 ŞUBAT YARGI DARBESİYDİ
Mustafa Şentop’a göre, aslında yargıçlar iktidarının Türkiye’deki süreci ve bu tartışmanın temelleri 28 Şubat’la birlikte ortaya atılıyor. Şentop, 28 Şubat’ın askerî darbe değil, yargıçlar iktidarı darbesi olarak hatırlanması gerektiğini savunuyor. İhtilal dönemlerinde bile yargının siyasete karışmaktan uzak durduğunu kaydediyor: “Türkiye’de yargıçların iktidarı daha önce de gündeme gelmişti. Ancak artık yargı doğrudan doğruya yasama ve yürütme kuvvetlerine üstünlük sağlama durumuna geldi. 28 Şubat’tan itibaren yargı diğer kuvvetlerin yetkilerini de kullanmaya başladı.”
“Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı karar da bu doğrultuda değerlendirilmeli.” tespitini yapıyor Şentop. Yani yargı, yasamanın da yetkilerini kullanarak yorum yapıyor; ancak bunu yaparken kendi sınırlarını aşıyor. Nitekim bu soruna çözüm getirmek için 1971’de 12 Mart’tan sonra yapılan Anayasa değişikliklerinde Anayasa Mahkemesi’nin denetleme yetkisi sınırlandırılmış. Buna göre mahkeme Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından denetleyebilir, içeriğine bakamaz yorumu getirilmiş. Ancak Anayasa Mahkemesi kendi yetkilerini genişleterek Anayasa değişikliklerini denetlemeye devam etmiş. Bu da yasama organı ve siyasetçiler tarafından her zaman rahatsızlıkla karşılanmış. 1982 Anayasası hazırlanırken de Anayasa Mahkemesi’nin bu tutumu dikkate alınarak şekil bakımından denetlemenin ne anlama geldiği ifade edilmiş. Doç. Şentop, Anayasa’nın buradaki amacının kati olarak yargıçlar iktidarını engellemek için geliştirilmiş bir formül olduğunu aktarıyor; fakat formül halihazırda alınan karar itibariyle hiçe sayılmış görünüyor.
YARGI İKTİDARI,
SİYASETÇİLERİN ESERİ Mİ? 1982 Anayasası’ndan sonra Anayasa Mahkemesi’nin devamlı olarak yetki alanını genişlettiğini belirtiyor Şentop. Buna bir dayanak olarak da Anayasa’nın yürürlüğü durdurma yetkisinin olmadığına dikkat çekiyor. Doç. Şentop, Anayasa Mahkemesi’nin özellikle 1990’lardan itibaren kullandığı alanını genişletme yetkisini şu şekilde tarif ediyor: “Danıştay’ın böyle bir yetkisi vardı. Ancak Anayasa Mahkemesi Danıştay’dan daha üstün olduğunu ileri sürerek sınırlarını genişletti. Yargı kural koyma yetkisini de ele geçirirse işte o zaman yargıçlar iktidarı Türkiye’ye hâkim olacak. Bu da çok tehlikeli.”
Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk de 367 kararında ‘siyasi sonuçların’ ağır bastığını dile getiriyor. Kararın bugüne kadarki uygulamalara aykırı olduğunu düşünen Türk, Anayasa’da üçte bir toplantı yeter sayısının dışında bir sayının olmadığının altını çiziyor. Mahkemenin bu kararıyla da artık cumhurbaşkanı seçmenin imkânsız hale getirildiğini düşünüyor. Hikmet Sami Türk’e göre asıl sakıncalı olan, siyasilerin çözebileceği bir meselenin mahkemeye taşınması. Çünkü ‘yargı iktidarı’ bu gibi durumlarda devreye girebiliyor. Yargı organının bağımsız olması da bu süreçte oldukça zorlaşıyor.
Mustafa Şentop da bu noktada yargı bürokrasisi olduğu kadar siyasilerin de buna zemin oluşturduğu görüşünü paylaşıyor. Şentop, Anayasa’da yargıçlar iktidarını engelleyecek hükümler olduğunu, bunlara yargı bürokrasisinin riayet etmediği gibi siyasilerin de bu hükümleri işletmediğini ifade ediyor. Ona göre Anayasa değişiklikleriyle yargıyı hukukun içerisine çekmek mümkün. Hatta bununla ilgili eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin zamanında teşkilat kanunuyla ilgili bir değişiklik taslağı hazırlandığını anlatıyor. Mustafa Şentop, “Hazırlanan taslak 1961 Anayasası’nda olduğu gibi üye sayısını 15’e çıkarıyor. Üyelerden beşinin de TBMM tarafından seçilmesini öngörüyordu. Böylece Anayasa Mahkemesi’ni biraz daha hukuk devleti sınırları içerisine çekebilme imkânı doğabilecekti. Mahkeme, hazırladığı taslağı hükümete sundu; ancak siyasi iktidar bunu görmezlikten geldi.”
Hukukçular ihtilalle gelen 1982 Anayasası’nda ciddi problemler olduğu görüşünü paylaşıyor. Bazı yorumcular, AK Parti hükümetinin 4,5 yıllık döneminde cumhurbaşkanlığının yetkileriyle ilgili de değişiklik yapma imkânı olduğunu; ancak tüm bunlar yapılamadığı için bugün karşılaşılan noktada bu zeminin hazırlanmasına yol açıldığına dikkat çekiyor. Ancak buna itiraz edenler ise özellikle bu tür konularda AK Parti’nin manevra alanının daraltıldığını vurgulayarak sistemdeki çifte standartlara dikkat çekiyor.
PROF. DR. SAMİ SELÇUK *: SAKAT BİR KARAR VERDİ
-Anayasa Mahkemesi’nin kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mahkemenin gerekçesini henüz bilmiyoruz. Sağlıklı bir değerlendirmeyi gerekçeden sonra yapabilirim. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi bugüne kadar söylenenlerin dışında bir gerekçe değilse, bu gerekçeye katılmam olanaksız. Karar, bilinen gerekçeye yaslanıyorsa, yorum biliminin bütün kurallarını çiğnemiş demektir. Evet, yorum bir disiplindir, kuralları vardır. Serbest güreş değildir. Özellikle Anayasa Mahkemesi ya da herhangi bir yargı organı yasal metinden yola çıkmak zorundadır. Yasal metnin dışına çıkarak, yasada olmayan bir metni yasaya ekleyemez. 1978 yılında bin hukukçunun katıldığı Louisiana Günlerinin sentez raporunda bu altın kuralın yorumun temeli olduğu vurgulanmıştır. Bunun dışına çıkan her yorum, yargının yasamanın yerine geçmesidir ve yetki aşımı ile sakattır. Yüce Mahkeme 102. maddede olmayan toplantı yeter sayısını metne ekleyerek Anayasa metnini yeniden kaleme almış, meşru olmayan ve sakat bir karar vermiştir. Yeter sayı üst kavramı içinde yer alan toplantı yeter sayısı ile karar (oylama) yeter sayısı alt kavramları birbirinden ayrıdır. Bunların Aristo mantığı ile özdeşleştirilip, kavramların birbirine karıştırılması ağır bir yanılgıdır. Daha önceki bilimsel yapıtlarda bu görüşün yer alması anlaşılır bir durumdur. Ancak basında yer alan bilim dışı görüşlerden esinlenilmişse yöntem de son derece yanlış demektir. Çünkü yargının içinden gelen biri olarak, bugüne değin sağlıklı bir yorum paradigmasının geliştirilemediğini çok iyi bilmekteyim. Öyle ki, telefon hizmetini mal kavramına sokan, yokluk yaptırımını butlan yaptırımı ile karıştıran yorumlar, yargının ve hukukun güvenilirliğini sarstığı için bilim adamlarının başkaldırmasına ve Yeni Türk Ceza Yasasında örnekseme (kıyas) yasağı getirilmesine yol açmıştır. Bu, uygulamacılar açısından acıklı bir durumdur. Ama gerçek bu. Türkiye’de yorum konusunda kaynak yok denecek kadar az. Ayrıntılı bir inceleme yok. Batıda ise öylesine çok ki! Kararlar da bu açığın büyüklüğünü kanıtlıyor.
-Mahkeme Genelkurmay’ın bildirisinden ne kadar etkilenmiş olabilir?
Hukukçu, tartışmacı, insanların iç dünyalarını inceleyemez. Doğaötesiyle uğraşmaz. O Tanrı’nın işidir. Anayasa Mahkemesi’ndeki meslektaşlarımın salt hukuk açısından konuya yaklaştıklarına inanıyorum. Yargıç, kamuoyuna ve kendi inançlarına/görüşlerine karşı bağımsız olmaz ise yargıçlık yeterliliğini yitirir. Bunun tersini düşünmek bile istemiyorum. Ancak, konu Yüce Mahkeme’nin önüne geldikten sonra, susacak yerde yargı öncesi yorumlar yapılmasını, görüşler sergilenmesini talihsizlik olarak görüyorum. Yargı bağımsızlığının çiğnenmesidir, bu. Türk toplumunun henüz hukuk bilincine ulaşmadığının da göstergesidir. Eğer bir Batı ülkesinde yaşansaydı bunlar, yer yerinden oynardı.
-Mahkemenin kararıyla birlikte Türkiye’de bir yargı iktidarından söz edebilir miyiz?
Yargıçlar, ülkeyi, devleti, ulusu kurtarmak için karar vermezler. Verirlerse hükümet etmiş olurlar. Yargıçlar, hukuka göre hüküm kurarlar. O kadar. Ülkeyi, devleti, ulusu kurtarmaya kalkarlarsa halk yönetimi/demokrasi, yargıçlar yönetimine/dikastokrasiye dönüşür. Tartışma rejimin içinden rejimin üzerine kayar. Yargı, hukukun içinde kaldığı oranda kendisine ve hukuka güven duyulur.
*Onursal Yargıtay Başkanı, Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Yargılama Hukuku Anabilim Dalı Başkanı
PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN *: ARTIK AZINLIK ÇOĞUNLUĞA HÜKMEDECEK
-Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir karar verebileceğini tahmin ediyor muydunuz?
Karar sürpriz değildi, ancak hayal kırıklığı uyandıracak bir karardı. Anayasa Mahkemesi’nin hukuki gerekçelere bağlı kalarak bu başlığı reddedeceğini ümit ediyordum, ama olmadı. 1. ve 2. turda 367 üyenin bulunmasını zorunlu kılan yorum anayasanın ne lafzi ne amaçsal, ne de tarihsel yorumuyla bağdaşmaz. Bu itibarla Anayasa Mahkemesi’nin kararını yanlış ve talihsiz bir karar olarak buluyorum.
-Dış etkenlere bağlı kalınarak verilmiş bir karar olabilir mi? Bu anlamda hukukî midir yoksa siyasî mi?
Kamuoyunun geniş kesimlerinde bu kararın hukukî gerekçelerle değil, siyasi sâiklerle alınmış olabileceği görüşü hâkim olacaktır. Bunun da Anayasa Mahkemesi’nin toplumsal güvenirliliğine ve prestijine zarar vermesinden endişe ediyorum.
-Şu an itibariyle Türkiye’de bir yargı devletinden söz edebilir miyiz?
Bir ölçüde bunun Türkiye’de mevcut olduğu düşünülebilir. Şüphesiz ki Anayasa yargısı da bağımsızdır. Fakat onların denetiminde de hukukî ölçüler çerçevesinde kalmaları gerekir. Bu hukuki ölçüler dışında kendi değer yargıları, dünya görüşleri ve ideolojileriyle karar verirlerse o zaman normal bir hukuk devletinden hakimler hükümetine veya yargı iktidarına doğru bir kayış olur. Türkiye’de bunun olmamasını umarım. Tek dileğimiz Batı tipi liberal bir demokrasinin Türkiye’de kemikleşebilmesidir. Mahkemenin kararıyla bundan sonraki seçimlerde de TBMM’nin böyle bir karar verip cumhurbaşkanını seçebilmesi için 367 milletvekilinin hazır bulunması gerekiyor. Bu elbette elde edilmesi oldukça güç bir çoğunluk. Bir bakıma üçte birlik bir azınlığın üçte ikilik bir çoğunluğa fikrini empoze etmesi, dayatması, bunun sonucunda da azınlığın çoğunluğa tahakkümü akla geliyor.
*Anayasa hukukçusu.
Türkiye ‘yargı devleti’ mi oluyor?
Anayasa Mahkemesi’nin kararının ardından yepyeni bir tartışma daha ortaya çıktı. Türkiye’nin giderek ‘yargıçlar iktidarı’ haline geldiğini söyleyen bazı hukukçular, siyasilerin de buna zemin hazırladığı görüşünde. |
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü aday göstermesinin ardından yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi ilk oylaması, Meclis’teki tarihî sahnelerden biriydi. CHP’nin başvurusuyla Türkiye’de ilk defa bir cumhurbaşkanlığı seçimi mahkemelik oldu. Anayasa Mahkemesi’nden Ankara’yı bilenler için sürpriz olmayan bir karar çıktı. Yedisi Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ikisi Süleyman Demirel ve ikisi ise Turgut Özal döneminde atanan mahkeme üyeleri CHP’nin başvurusunu kabul etti. Bu kararla Türkiye bir ilki daha yaşadı; cumhurbaşkanlığı seçimi yargı tarafından durduruldu. Mahkemenin hükmü, tartışmaları da beraberinde getirdi. Birçok çevre, kararı ‘siyasi’ olarak nitelendirirken başka bir tartışmanın konusu ise şöyle: “Acaba Türkiye hukuk devleti değil de kanun devleti mi oluyor artık?”
DEMOKRASİ DEĞİL, YARGITOKRASİ!
Kanun ya da yargı devleti veya yargıçlar iktidarı, uluslararası literatürde kullanılan bir kavram. Kavramın ilk ortaya çıkışı 1929-1933 yılları arasına rastlıyor. O yılarda buhranlı bir dönem yaşayan ABD’nin Başkanı Franklin Roosevelt’in reformlarına karşı çıkan Amerikan Yüksek Mahkemesi “Anayasa yoktur, Federal Mahkeme vardır” diyerek başkanın ve yasamanın yetkilerini de önemli ölçüde kullandı. O dönem Roosevelt ile Federal Mahkeme arasında geçen çekişme ‘yargıçlar iktidarı’ olarak literatüre giriyor.
Hukukçuların çoğu, Anayasa Mahkemesi’nin kararını ‘siyasi’ olarak nitelendirirken gerekçelerden biri Genelkurmay Başkanlığı’nın gece yarısı açıklamasıydı. AK Parti karşıtlığı ve tabii CHP lideri Deniz Baykal’ın ‘tehditkâr’ sözlerinin de ‘etkisi’ yadsınamazdı… Peki, kararla Anayasa’nın çiğnendiğini öne süren hukukçulara göre “yargı devleti” veya “yargıçlar iktidarı” Türkiye’de ne anlama geliyordu?
Türkiye’nin temel meselesini, uzun zamandır tesis edilmeye çalışılan “yargıçlar iktidarı” olarak görüyor Doç. Dr. Mustafa Şentop. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Şentop, yargıçlar iktidarını “yargının yürütme ve yasamaya dair yetkileri de üstlenerek karar vermesi” şeklinde yorumluyor. Anayasal sistem için de bunu en büyük tehlike diye tarif ediyor. Şentop, Anayasa’nın ikinci maddesinde geçen ‘hukuk devleti’ kavramını diğerlerinden ayrı tutarak bunun en temel kavram olduğuna dikkat çekiyor: “Cumhuriyetin temel ilkeleri sayılırken demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti deniliyor. Hukuk devleti sona koyularak bir vurgu yapılmıştır. Laiklik ve sosyallik, hukuk devletinin nitelikleridir. Ana ilke hukuk devletidir; bu yüzden herkesin hukuk çerçevesinde hareket etmesi lazım.” diyor.
28 ŞUBAT YARGI DARBESİYDİ
Mustafa Şentop’a göre, aslında yargıçlar iktidarının Türkiye’deki süreci ve bu tartışmanın temelleri 28 Şubat’la birlikte ortaya atılıyor. Şentop, 28 Şubat’ın askerî darbe değil, yargıçlar iktidarı darbesi olarak hatırlanması gerektiğini savunuyor. İhtilal dönemlerinde bile yargının siyasete karışmaktan uzak durduğunu kaydediyor: “Türkiye’de yargıçların iktidarı daha önce de gündeme gelmişti. Ancak artık yargı doğrudan doğruya yasama ve yürütme kuvvetlerine üstünlük sağlama durumuna geldi. 28 Şubat’tan itibaren yargı diğer kuvvetlerin yetkilerini de kullanmaya başladı.”
“Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı karar da bu doğrultuda değerlendirilmeli.” tespitini yapıyor Şentop. Yani yargı, yasamanın da yetkilerini kullanarak yorum yapıyor; ancak bunu yaparken kendi sınırlarını aşıyor. Nitekim bu soruna çözüm getirmek için 1971’de 12 Mart’tan sonra yapılan Anayasa değişikliklerinde Anayasa Mahkemesi’nin denetleme yetkisi sınırlandırılmış. Buna göre mahkeme Anayasa değişikliklerini sadece şekil bakımından denetleyebilir, içeriğine bakamaz yorumu getirilmiş. Ancak Anayasa Mahkemesi kendi yetkilerini genişleterek Anayasa değişikliklerini denetlemeye devam etmiş. Bu da yasama organı ve siyasetçiler tarafından her zaman rahatsızlıkla karşılanmış. 1982 Anayasası hazırlanırken de Anayasa Mahkemesi’nin bu tutumu dikkate alınarak şekil bakımından denetlemenin ne anlama geldiği ifade edilmiş. Doç. Şentop, Anayasa’nın buradaki amacının kati olarak yargıçlar iktidarını engellemek için geliştirilmiş bir formül olduğunu aktarıyor; fakat formül halihazırda alınan karar itibariyle hiçe sayılmış görünüyor.
YARGI İKTİDARI,
SİYASETÇİLERİN ESERİ Mİ? 1982 Anayasası’ndan sonra Anayasa Mahkemesi’nin devamlı olarak yetki alanını genişlettiğini belirtiyor Şentop. Buna bir dayanak olarak da Anayasa’nın yürürlüğü durdurma yetkisinin olmadığına dikkat çekiyor. Doç. Şentop, Anayasa Mahkemesi’nin özellikle 1990’lardan itibaren kullandığı alanını genişletme yetkisini şu şekilde tarif ediyor: “Danıştay’ın böyle bir yetkisi vardı. Ancak Anayasa Mahkemesi Danıştay’dan daha üstün olduğunu ileri sürerek sınırlarını genişletti. Yargı kural koyma yetkisini de ele geçirirse işte o zaman yargıçlar iktidarı Türkiye’ye hâkim olacak. Bu da çok tehlikeli.”
Eski Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk de 367 kararında ‘siyasi sonuçların’ ağır bastığını dile getiriyor. Kararın bugüne kadarki uygulamalara aykırı olduğunu düşünen Türk, Anayasa’da üçte bir toplantı yeter sayısının dışında bir sayının olmadığının altını çiziyor. Mahkemenin bu kararıyla da artık cumhurbaşkanı seçmenin imkânsız hale getirildiğini düşünüyor. Hikmet Sami Türk’e göre asıl sakıncalı olan, siyasilerin çözebileceği bir meselenin mahkemeye taşınması. Çünkü ‘yargı iktidarı’ bu gibi durumlarda devreye girebiliyor. Yargı organının bağımsız olması da bu süreçte oldukça zorlaşıyor.
Mustafa Şentop da bu noktada yargı bürokrasisi olduğu kadar siyasilerin de buna zemin oluşturduğu görüşünü paylaşıyor. Şentop, Anayasa’da yargıçlar iktidarını engelleyecek hükümler olduğunu, bunlara yargı bürokrasisinin riayet etmediği gibi siyasilerin de bu hükümleri işletmediğini ifade ediyor. Ona göre Anayasa değişiklikleriyle yargıyı hukukun içerisine çekmek mümkün. Hatta bununla ilgili eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin zamanında teşkilat kanunuyla ilgili bir değişiklik taslağı hazırlandığını anlatıyor. Mustafa Şentop, “Hazırlanan taslak 1961 Anayasası’nda olduğu gibi üye sayısını 15’e çıkarıyor. Üyelerden beşinin de TBMM tarafından seçilmesini öngörüyordu. Böylece Anayasa Mahkemesi’ni biraz daha hukuk devleti sınırları içerisine çekebilme imkânı doğabilecekti. Mahkeme, hazırladığı taslağı hükümete sundu; ancak siyasi iktidar bunu görmezlikten geldi.”
Hukukçular ihtilalle gelen 1982 Anayasası’nda ciddi problemler olduğu görüşünü paylaşıyor. Bazı yorumcular, AK Parti hükümetinin 4,5 yıllık döneminde cumhurbaşkanlığının yetkileriyle ilgili de değişiklik yapma imkânı olduğunu; ancak tüm bunlar yapılamadığı için bugün karşılaşılan noktada bu zeminin hazırlanmasına yol açıldığına dikkat çekiyor. Ancak buna itiraz edenler ise özellikle bu tür konularda AK Parti’nin manevra alanının daraltıldığını vurgulayarak sistemdeki çifte standartlara dikkat çekiyor.
PROF. DR. SAMİ SELÇUK *: SAKAT BİR KARAR VERDİ
-Anayasa Mahkemesi’nin kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mahkemenin gerekçesini henüz bilmiyoruz. Sağlıklı bir değerlendirmeyi gerekçeden sonra yapabilirim. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi bugüne kadar söylenenlerin dışında bir gerekçe değilse, bu gerekçeye katılmam olanaksız. Karar, bilinen gerekçeye yaslanıyorsa, yorum biliminin bütün kurallarını çiğnemiş demektir. Evet, yorum bir disiplindir, kuralları vardır. Serbest güreş değildir. Özellikle Anayasa Mahkemesi ya da herhangi bir yargı organı yasal metinden yola çıkmak zorundadır. Yasal metnin dışına çıkarak, yasada olmayan bir metni yasaya ekleyemez. 1978 yılında bin hukukçunun katıldığı Louisiana Günlerinin sentez raporunda bu altın kuralın yorumun temeli olduğu vurgulanmıştır. Bunun dışına çıkan her yorum, yargının yasamanın yerine geçmesidir ve yetki aşımı ile sakattır. Yüce Mahkeme 102. maddede olmayan toplantı yeter sayısını metne ekleyerek Anayasa metnini yeniden kaleme almış, meşru olmayan ve sakat bir karar vermiştir. Yeter sayı üst kavramı içinde yer alan toplantı yeter sayısı ile karar (oylama) yeter sayısı alt kavramları birbirinden ayrıdır. Bunların Aristo mantığı ile özdeşleştirilip, kavramların birbirine karıştırılması ağır bir yanılgıdır. Daha önceki bilimsel yapıtlarda bu görüşün yer alması anlaşılır bir durumdur. Ancak basında yer alan bilim dışı görüşlerden esinlenilmişse yöntem de son derece yanlış demektir. Çünkü yargının içinden gelen biri olarak, bugüne değin sağlıklı bir yorum paradigmasının geliştirilemediğini çok iyi bilmekteyim. Öyle ki, telefon hizmetini mal kavramına sokan, yokluk yaptırımını butlan yaptırımı ile karıştıran yorumlar, yargının ve hukukun güvenilirliğini sarstığı için bilim adamlarının başkaldırmasına ve Yeni Türk Ceza Yasasında örnekseme (kıyas) yasağı getirilmesine yol açmıştır. Bu, uygulamacılar açısından acıklı bir durumdur. Ama gerçek bu. Türkiye’de yorum konusunda kaynak yok denecek kadar az. Ayrıntılı bir inceleme yok. Batıda ise öylesine çok ki! Kararlar da bu açığın büyüklüğünü kanıtlıyor.
-Mahkeme Genelkurmay’ın bildirisinden ne kadar etkilenmiş olabilir?
Hukukçu, tartışmacı, insanların iç dünyalarını inceleyemez. Doğaötesiyle uğraşmaz. O Tanrı’nın işidir. Anayasa Mahkemesi’ndeki meslektaşlarımın salt hukuk açısından konuya yaklaştıklarına inanıyorum. Yargıç, kamuoyuna ve kendi inançlarına/görüşlerine karşı bağımsız olmaz ise yargıçlık yeterliliğini yitirir. Bunun tersini düşünmek bile istemiyorum. Ancak, konu Yüce Mahkeme’nin önüne geldikten sonra, susacak yerde yargı öncesi yorumlar yapılmasını, görüşler sergilenmesini talihsizlik olarak görüyorum. Yargı bağımsızlığının çiğnenmesidir, bu. Türk toplumunun henüz hukuk bilincine ulaşmadığının da göstergesidir. Eğer bir Batı ülkesinde yaşansaydı bunlar, yer yerinden oynardı.
-Mahkemenin kararıyla birlikte Türkiye’de bir yargı iktidarından söz edebilir miyiz?
Yargıçlar, ülkeyi, devleti, ulusu kurtarmak için karar vermezler. Verirlerse hükümet etmiş olurlar. Yargıçlar, hukuka göre hüküm kurarlar. O kadar. Ülkeyi, devleti, ulusu kurtarmaya kalkarlarsa halk yönetimi/demokrasi, yargıçlar yönetimine/dikastokrasiye dönüşür. Tartışma rejimin içinden rejimin üzerine kayar. Yargı, hukukun içinde kaldığı oranda kendisine ve hukuka güven duyulur.
*Onursal Yargıtay Başkanı, Bilkent Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Yargılama Hukuku Anabilim Dalı Başkanı
PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN *: ARTIK AZINLIK ÇOĞUNLUĞA HÜKMEDECEK
-Anayasa Mahkemesi’nin böyle bir karar verebileceğini tahmin ediyor muydunuz?
Karar sürpriz değildi, ancak hayal kırıklığı uyandıracak bir karardı. Anayasa Mahkemesi’nin hukuki gerekçelere bağlı kalarak bu başlığı reddedeceğini ümit ediyordum, ama olmadı. 1. ve 2. turda 367 üyenin bulunmasını zorunlu kılan yorum anayasanın ne lafzi ne amaçsal, ne de tarihsel yorumuyla bağdaşmaz. Bu itibarla Anayasa Mahkemesi’nin kararını yanlış ve talihsiz bir karar olarak buluyorum.
-Dış etkenlere bağlı kalınarak verilmiş bir karar olabilir mi? Bu anlamda hukukî midir yoksa siyasî mi?
Kamuoyunun geniş kesimlerinde bu kararın hukukî gerekçelerle değil, siyasi sâiklerle alınmış olabileceği görüşü hâkim olacaktır. Bunun da Anayasa Mahkemesi’nin toplumsal güvenirliliğine ve prestijine zarar vermesinden endişe ediyorum.
-Şu an itibariyle Türkiye’de bir yargı devletinden söz edebilir miyiz?
Bir ölçüde bunun Türkiye’de mevcut olduğu düşünülebilir. Şüphesiz ki Anayasa yargısı da bağımsızdır. Fakat onların denetiminde de hukukî ölçüler çerçevesinde kalmaları gerekir. Bu hukuki ölçüler dışında kendi değer yargıları, dünya görüşleri ve ideolojileriyle karar verirlerse o zaman normal bir hukuk devletinden hakimler hükümetine veya yargı iktidarına doğru bir kayış olur. Türkiye’de bunun olmamasını umarım. Tek dileğimiz Batı tipi liberal bir demokrasinin Türkiye’de kemikleşebilmesidir. Mahkemenin kararıyla bundan sonraki seçimlerde de TBMM’nin böyle bir karar verip cumhurbaşkanını seçebilmesi için 367 milletvekilinin hazır bulunması gerekiyor. Bu elbette elde edilmesi oldukça güç bir çoğunluk. Bir bakıma üçte birlik bir azınlığın üçte ikilik bir çoğunluğa fikrini empoze etmesi, dayatması, bunun sonucunda da azınlığın çoğunluğa tahakkümü akla geliyor.
*Anayasa hukukçusu.
Yargı iktidarı ( juristocracy ) - Ran Hirschl (anayasa hukukçusu)
http://cep.sabah.com.tr/yazar,40@03567E9A94B14E05BFEA9D69A7339D38.html
Sabah , 23.09.2007 , Pazar
Teziç'e unvan tenzili
Dikkatinizi çekmiştir, Prof. Ergun Özbudun ve arkadaşlarının hazırladığı 'Anayasa metni' hakkında yazmıyorum. Çünkü onlarınki sadece bir ' öneri'... ' Ön taslak' dahi değil. Olay netleşsin, ondan sonra bakarız.
Ama bu arada panik içinde öneriye laf yetiştirmeye kalkışanların ne hale düştüğünü gördük.
Ben size YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç'in, siyasi-ideolojik kaygılarla hukuk uzmanlığını bir yana bıraktığını söylemedim mi?
İnanın o satırları yazarken Teziç'in yedi meslektaşıyla birlikte 1992'de bir 'Anayasa önerisi' kaleme aldığını bilmiyordum.
Nasıl bir öneri?
Dönemin TÜSİAD Başkanı Bülent Eczacıbaşı istemiş. O öneride Teziç'ten başka şu iki isim öne çıkıyor: "367 şarttır" diye TV'ler arasında mekik dokuyan (Prof.) Süheyl Batum ve şu anda YÖK üyesi olan (Prof.) Necmi Yüzbaşıoğlu .
Takıma bakar mısınız? Aynı isimler bugün yeni Anayasa çalışmalarına karşı çıkıyor. Ne tesadüf!
İçerik daha da şaşırtıcı:
Teziç ve arkadaşlarının önerisi, Prof. Zafer Üskül'ün topa tutulmasına neden olan " resmi ideolojisi olmayan anayasa " şeklinde... Bunun sonucu olarak " Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık " vurgusu yok! Tabii " Atatürk milliyetçiliği " gibi tabirler de bulunmuyor.
Ve en çarpıcısı: Teziç ve arkadaşları diyor ki " Değiştirilemez madde olarak sadece ' Cumhuriyet ' kalmalı. " Yani diğer ilkeleri (demokratik, laik, sosyal hukuk devleti) değiştirilemez madde kapsamından çıkarıyorlar.
Dikkatinizi çekmiştir: Şimdiki öneri, onlarınkinin yanında 'muhafazakar' kalıyor. Eğer 'Özbudun Komisyonu' öyle maddeler koysaydı, hiç kuşkunuz olmasın bunlar kıyameti koparırdı.
Arkadaşlar!
Bizim, " Hocadır, profesördür, bilim adamıdır " diyerek saygı gösterdiğimiz akademisyenlerden bazıları, işte böyle insanlar: Meslek ahlakı, tutarlılık, hakkaniyet Hak getire.
Aralık başında Teziç'in YÖK Başkanlığı bitiyor. Büyük olasılıkla Galatasaray Üniversitesi'ndeki görevine dönecek.
Aslında, bütün bu yaptıklarından dolayı, askerdeki ' rütbe tenzili' misali, profesörlükten doçentliğe indirilmesi gerekir.
Ama ne olacak biliyor musunuz?
Göreceksiniz: Bazı kuruluşlar tarafından " Üstün başarısı ve bilime katkısı " nedeniyle ödüllendirilecek!
Ama bu arada panik içinde öneriye laf yetiştirmeye kalkışanların ne hale düştüğünü gördük.
Ben size YÖK Başkanı Prof. Erdoğan Teziç'in, siyasi-ideolojik kaygılarla hukuk uzmanlığını bir yana bıraktığını söylemedim mi?
İnanın o satırları yazarken Teziç'in yedi meslektaşıyla birlikte 1992'de bir 'Anayasa önerisi' kaleme aldığını bilmiyordum.
Nasıl bir öneri?
Dönemin TÜSİAD Başkanı Bülent Eczacıbaşı istemiş. O öneride Teziç'ten başka şu iki isim öne çıkıyor: "367 şarttır" diye TV'ler arasında mekik dokuyan (Prof.) Süheyl Batum ve şu anda YÖK üyesi olan (Prof.) Necmi Yüzbaşıoğlu .
Takıma bakar mısınız? Aynı isimler bugün yeni Anayasa çalışmalarına karşı çıkıyor. Ne tesadüf!
İçerik daha da şaşırtıcı:
Teziç ve arkadaşlarının önerisi, Prof. Zafer Üskül'ün topa tutulmasına neden olan " resmi ideolojisi olmayan anayasa " şeklinde... Bunun sonucu olarak " Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlılık " vurgusu yok! Tabii " Atatürk milliyetçiliği " gibi tabirler de bulunmuyor.
Ve en çarpıcısı: Teziç ve arkadaşları diyor ki " Değiştirilemez madde olarak sadece ' Cumhuriyet ' kalmalı. " Yani diğer ilkeleri (demokratik, laik, sosyal hukuk devleti) değiştirilemez madde kapsamından çıkarıyorlar.
Dikkatinizi çekmiştir: Şimdiki öneri, onlarınkinin yanında 'muhafazakar' kalıyor. Eğer 'Özbudun Komisyonu' öyle maddeler koysaydı, hiç kuşkunuz olmasın bunlar kıyameti koparırdı.
Arkadaşlar!
Bizim, " Hocadır, profesördür, bilim adamıdır " diyerek saygı gösterdiğimiz akademisyenlerden bazıları, işte böyle insanlar: Meslek ahlakı, tutarlılık, hakkaniyet Hak getire.
Aralık başında Teziç'in YÖK Başkanlığı bitiyor. Büyük olasılıkla Galatasaray Üniversitesi'ndeki görevine dönecek.
Aslında, bütün bu yaptıklarından dolayı, askerdeki ' rütbe tenzili' misali, profesörlükten doçentliğe indirilmesi gerekir.
Ama ne olacak biliyor musunuz?
Göreceksiniz: Bazı kuruluşlar tarafından " Üstün başarısı ve bilime katkısı " nedeniyle ödüllendirilecek!
Peki, profesöründen savcısına niye bazı hukukçular bu hallere düşüyor? Nasıl oluyor da, uzmanlıklarından yüz çevirip siyasetçiliğe soyunuyorlar?
Bu sorunun cevabını Türkiye Günlüğü dergisinin yeni sayısını okurken buldum.
Prof. Ali Yaşar Sarıbay, anayasa hukukçusu Ran Hirschl'in ' yargı iktidarı' ( juristocracy ) kavramının altını çiziyor:
"Küresel kapitalizme eklemlenme sürecinde... İktidarları aşınmış politika sınıfı, hukuku politikaya hakim kılarak ' yargı iktidarı' tesis etmeye... Bu yolla, seçilmişlerin önüne geçmeye ve onları gayri meşru bir konuma hapsetmeye çalışır."
Buradan şunu da anlıyoruz: Türkiye'ye özgü bir durum değil bu. Başka ülkelerin de Teziçleri, Kanadoğulları, Batumları var. Oralarda da aynı iktidar mücadelesi sürüyor.
Not: Liberal demokrat aydınların, AKP ile ittifak yapmasına Haluk Şahin ( Radikal ) artık şaşırmaz herhalde.
Subscribe to:
Posts (Atom)